Şiirsu.Orgyüreğinizin şiir adresi !...ben edebiyattan ibaretim...KAFKA |
| Yazar | Mesaj |
Serdar102 ![]() |
№: 227 Tarih: 2023-10-09 14:52 GMT
|
Members ![]() Mesaj: 101 Ülke: Turkiye ![]() |
Aradan günler geçmiş. Fakat geçen günler gideni geri getirmediğinden üzüntüsü artan Kızılderili reisi, oğlunu bulmadan rahat olamayacağını anlayarak, en güvendiği adama kabilenin yönetimini bırakmış, oğlunu aramaya çıkmış. Kızılderili reisi yıllarca dağlarda, ormanlarda oğlundan bir iz bulmak umuduyla dolaşmış, durmuş. Oralarda gördüğü avcılara maymunların kaçırdığı oğlunu anlatmış. Oğlunun akıbeti hakkında bir şey bilip bilmediklerini sormuş. Avcılar böyle bir durumdan haberleri olmadıklarını söylemişler. Kızılderili reisi yılmadan, usanmadan arayışlarını sürdürmüş. Dağlarda, ormanlarda yüzlerce kez ölümle burun buruna gelmiş. Pek çok vahşi hayvanla gırtlak gırtlağa gelerek hayatını savunmuş. Yaralarını kendisi tedavi etmiş. Kızılderili reisin akıllara durgunluk veren var olma savaşını ve oğlunu bulmak için gösterdiği sonsuz gayreti sürekli olarak izleyen Manitu, sonunda, onun oğluna kavuşması gerektiği düşüncesinden yola çıkarak yardımcı olmaya karar vermiş. Bir gün, bir ormanda Kızılderili reisi oğlunu ararken, yerde yatan yaralı bir maymun görmüş. Kızılderili reisi maymuna biraz su içirince, maymun gözlerini açmış ve Manitu’nun izniyle dile gelmiş: “ Reis biliyorum, oğlunu arıyorsun. Merak etme, yakında oğluna kavuşacaksın. Oğlunu maymunlar sultanı kaçırmıştı. Çok yaşlanmıştı. Tahtını bırakacağı bir varisi yoktu. Diğer maymunları ise sultan olabilecek yeterlilikte görmüyordu. Senin oğlunu görünce çok beğendi. İşte maymunların yeni sultanı dedi. Yaşlı sultan birkaç yıl sonra öldü. Senin oğlun maymunların sultanı oldu. Yaşı küçüktü ama çok cesurdu, çok yetenekliydi. Hiçbirimiz onun gözlerine bakmaya cesaret edemiyorduk, ondan korkuyorduk. Bu korku, ona duyulan saygının bir nedeni olsa gerek. Ayrıca çok da adaletliydi. Maymunlar arasındaki ilişkilerde olsun, maymunlarla diğer ormanlılar arasındaki ilişkilerde olsun haksızlık olmasına, hak yenmesine izin vermezdi. Doğruluk onun temel prensibiydi. Bu nedenlerden dolayı ona birer köle gibi itaat ettik. Şimdi on sekiz yaşında ve genç bir insan oldu. Uzun boylu, yakışıklı ve hayli güçlü. Birkaç gündür bu ormanda bulunuyor. Nedenini bilmiyorum. Güneşin battığı yöne doğru git. Onu yerde değil, ağaç dalları arasında ara. Ararken de “ Sultan…Sultan…Maymunların sultanı. Ben geldim, baban geldi “ diye ara sıra bağırırsın. O, senin çağrına uyarak yanına gelir. Benim adım Bonte’dir. Daldan dala atlarken yere düştüm. Sıradan bir maymun sayılırım. Ölümüm fark edilmez bile. Bunlar son sözlerimdir. “ Aradan birkaç gün geçtikten sonra Kızılderili reisi oğluna; “ Gel oğul, kabilemize dönelim. Ben orada, sen de benim yanımda gereksin. Kabileden güzel bir kız seçer, evlenirsin, bana bir torun verirsin “ deyince oğlu da “ Baba hakkın var, söylediklerin olacak. Fakat hemen seninle dönmemi isteme benden. Nedenini de sorma. Sadece sen kabileye döndükten sonra benim de geleceğimi bil yeter. “ Ne olup bittiğinin farkına varamayan ve şaşkın bir halde bakınıp duran Kızılderili savaşçıları maymunlar sultanının “ Ben işkence direğinde bağlı olan reisin oğluyum. Birçoğunuz beni hatırlarsınız. Maymunlar beni kaçırmıştı. Sonra ben maymunların sultanı oldum. Burada yüzlerce maymun var, ormanda ise binlerce. Silahlarınızı atın ve teslim olun. Hiçbirinize bir şey olsun istemem. Babam yine reisiniz olacak ve kabilede eskisi gibi her şey çok güzel olacak “ demesi üzerine silahlarını atıp teslim olmuşlar. İşkence direğinde bağlı bulunan babasını kurtaran maymunların sultanı, daha sonra babasının yıllar önce kabileden ayrılırken yönetimi bıraktığı en güvendiği adamı ve birkaç Kızılderili’yi bir çadırda bağlı olarak bulmuş ve kurtarmış. SON Yazan: Serdar Yıldırım |
|
|
|
Serdar102 ![]() |
№: 228 Tarih: 2023-10-09 14:54 GMT
|
Members ![]() Mesaj: 101 Ülke: Turkiye ![]() |
Bir gün Titrek Tavşan, ormanın karşısındaki tepeye doğru yürüyüşe çıkmıştı. Tepenin gerisinde deniz görünüyordu. Sahil yakındaydı. Birden kumların üzerinde bir martı dikkatini çekti. Bu martı, kanadı kırık, yaralı bir martıydı. Uçamıyordu. Oldukça zor durumdaydı, çünkü çevresi sekiz tane yengeç tarafından kuşatılmıştı. Kanadı kırık, yaralı martı, yengeçlerle amansız bir ölüm kalım savaşına girmişti. Kurtulmak için ileri atıldıkça önü bir yengeç tarafından kesiliyor ve yengeç korkunç kıskacıyla martıyı yakalamak istiyor, fakat martı, canhıraş feryatlarla karşı koyuyor, gitgide tükenmekte olan gücüyle hayatını savunuyordu. Titrek Tavşan, bu durumu görmezden gelemezdi. Tüm cesaretini toplayıp martının yardımına koştu. Yengeçler daha ne olduğunun farkına varamadan, martıyı kucağına aldığı gibi, bir keklik gibi sekerek, onların aralarından sıyrıldı. Hızla koşarak olayı ilk gördüğü tepeye çıkan Titrek Tavşan, kucağındaki martının bayılmış olduğunu fark edince, onun iyi bir bakıcıya ihtiyacı olduğunu düşünerek, balıkçı Ziya Kaptan’ın yaşadığı deniz kıyısındaki kulübeye geldi. Martıyı Ziya Kaptan’a teslim eden Titrek Tavşan, yuvasına geri döndü. Aradan bir ay geçti. Geçen zamanla birlikte havuçlar olgunlaşmıştı. Titrek Tavşan, havuçları pazarda sattı. Kendine, Pembe Tavşan’a ve yavrularına elbise aldı. Ne zamandır hep aynı elbiseleri giymekten bıkmıştı, rengi solmuş, yamalı elbiseleri. Yoksulluk ömür boyu mu sürecekti? Hep böyle yoksul mu kalacaklardı? Yoksulluğun bir çaresi yok muydu? Eğer varsa bu çare neydi? Hani Titrek Tavşan yuvasının bir odasında havuç yetiştiriyordu ya şimdi o odada havuç kalmamıştı, çünkü havuçlar satılmıştı. Titrek Tavşan, buradaki toprağı şöyle bir alt-üst etti. Havuç tohumu attı. Suladı. Artık iş zamana kalmıştı. Nasılsa zaman geçecekti. Elbet bir gün gelir bu havuçlar da olgunlaşırdı. Titrek Tavşan, bir sabah havuç yetiştirdiği odaya girince hayretler içinde kaldı. Gördüklerine inanamıyordu. Toprağın üstündeki olgun havuç yaprağıydı. Ama nasıl olurdu daha tohum atalı on gün bile olmamıştı. Bu kadar kısa sürede havuç yetişmesi olanaksızdı. Yaprak olgunlaşmıştı tamam da bakalım toprağın içinde havuç var mıydı? Orayı eşeledi, burayı eşeledi. Aldı havucun birini dişledi, aldı bir başka havucu daha dişledi, tuttu bu iki havucu yedi, bitirdi. Enfesti havuçlar, tatlıydı. Titrek Tavşan bu havuçları da pazarda sattı. Memnundu yuvasına dönerken, çünkü iyi kazanmıştı. Daha sonraki günler de birbirinin tıpatıp benzeri şekilde geçti. Titrek Tavşan havuçları pazarda satıyor, ertesi gün, yine oda havuç dolu oluyordu. Bir akşamüstü Titrek Tavşan’ın kafası bu konuya takıldı. Nasıl oluyordu da, tohum atmadığı halde, toprakta havuç bitiyordu ve bu havuçlar bir gecede olgunlaşıyordu? Bu soruların bir açıklaması olmalıydı ve ne oluyorsa gece oluyordu. Demek ki, geceleri bir şeyler dönüyordu havuç yetiştirdiği odada. Titrek Tavşan hemen kararını verdi. O gece, odada sabaha kadar bekleyecek ve ne olup bittiğini anlayacaktı. Akşam yemeğini yedikten sonra, havuç yetiştirdiği odaya geçti. Kapıyı kapadı. Kapının yan tarafına koyduğu sandığın içine girdi. Sandığın tahtaları arasındaki deliklerden, odanın her tarafı rahatça görünüyordu. Titrek Tavşan dikkatini tam karşıdaki pencereye verdi. Yerden oldukça yüksekte olan bu küçük pencere odanın havalandırılması için kullanılıyordu. Vakit gece yarısı olmuştu. Aniden dışarıdan kanat sesleri duyuldu. Bir martı pencereden odaya girdi. Ayaklarının arasında küçük bir torba vardı. Martı, bu torbadaki havuç tohumlarını toprağa serpiştirdi. İşini bitirdikten sonra pencereden uçup, gitti. Zamana karşı şartlandırılmış tohumları toprak hemen kabul edecek ve her geçecek bir saatte bu tohumlar on gün geçirmiş olacaktı. Titrek Tavşan, vefakâr martıyı hemen tanıdı. Bu martı, birkaç ay önce, yengeçlerin parçalamak istedikleri kanadı kırık, yaralı martıydı. Demek ki, Ziya Kaptan yaralı martıyı iyileştirmiş ve kurtarıcısının kim olduğunu söylemişti. Martının, Titrek Tavşan’a can borcu vardı ve bu borcunu cana can katarak ödüyordu. Titrek Tavşan, birkaç gün sonra bir kamyonet satın aldı ve yetiştirdiği havuçları bu kamyonetle pazara gö türmeye başladı. İki yavrusu da zamanla büyümüşler, genç birer tavşan olmuşlardı. Onlar da babaları Titrek Tavşan’la birlikte pazara gidiyorlardı. Titrek Tavşan, yol boyunca şu şarkıyı söylüyordu: “ Benim adım Titrek Tavşan Bazı günler kamyonetin peşi sıra bir martıyı uçarken görüyordu ve yavaşlıyordu. Az sonra, kamyonetle martı bir hizaya geliyor ve martı ile Titrek Tavşan selamlaşıyordu. Daha sonra martı hızını arttırıyor ve ileri doğru uçup gidiyordu. Titrek Tavşan ile martı böyle uzaktan uzağa bir birlikteliği uzun süre sürdürdüler. Fakat bir kez olsun bir araya gelip konuşamadılar. Bunun nedenini biz bilemeyiz. Belki de böylesi daha iyi oluyordu. Onlar gönüllerince mutluydular, huzur doluydular. Onların mutluluğunu engellemek bize yakışık almaz. SON Yazan: Serdar Yıldırım |
|
|
|
Serdar102 ![]() |
№: 229 Tarih: 2023-10-09 14:56 GMT
|
Members ![]() Mesaj: 101 Ülke: Turkiye ![]() |
Ülkesinde hangi şehre gitse bu durumun değişmeyeceğini düşünmüş. Çocukluğundan beri bolluk ve refah ülkesi diye adını sıkça duyduğu Zenginler Ülkesi’ne gitmek üzere yollara düşmüş. Günlerce, haftalarca yol yürümüş. Sonunda Zenginler Ülkesi’ne varmış. Uğradığı ilk köyün girişinde evinin kapısı önüne kurduğu çardak altında oturan bir adama rastlamış. Keloğlan adama uzun yoldan geldiğini, çalışmak istediğini, iş aradığını söylemiş. Adam, Keloğlan’a dik dik bakmış ve sinirli bir şekilde sormuş: “ İş bulup da ne yapacaksın? “ Keloğlan’ın cevabına adam kahkahalarla gülmüş. “ Sen çok yaşa emi Keloğlan “ demiş. “ Yıllar var ki, ne ağladım ne güldüm. Sen beni güldürdün, ben de seni güldüreyim. Bak Keloğlan, bizim ülkeye Zenginler Ülkesi derler. Bu ülkede para kullanılmaz. Zaten her ihtiyacın karşılanır. Burada her şey pek boldur Giysilerim temiz urba Karşıdaki evde oturan komşu şehre taşındı. Orada sen otur istersen. Satın alma yok, kira yok. Her ay yeni elbise, ayakkabı dağıtılıyor. Günde üç öğün köy lokantasında bedava yemek veriliyor. Bahçede meyve ağaçları, ceviz ağaçları pek boldur. Ye, iç, yat, keyfine bak. “ Keloğlan o gün eve yerleşmiş. Durup dururken ev-bark sahibi oluvermiş. Adamın çardağının karşısına kendi de bir çardak kurmuş. Akşama kadar yan gelmiş yatmış. Akşam yemeğine komşusuyla beraber gitmişler. Sofrada yok yokmuş. Etli yemekler, kavurmalar, tatlılar, pilavlar, hoşaflar çeşit çeşitmiş. Keloğlan şimdiye kadar böyle bir sofra görmemiş. Aksırıncaya, tıksırıncaya kadar yemiş, içmiş. Sofra başında baygınlıklar, fenalıklar geçirmiş. Keloğlan’ı zorla sofradan uzaklaştırmışlar. Evine getirip yatağına yatırmışlar. Keloğlan o gece sabaha kadar uyumuş. Sabah kahvaltısına yine komşusuyla beraber gitmişler. Ballı-börekli, pastalı-çörekli kahvaltı yapmışlar. Sonra evlerine gelip çardak altında oturmuşlar. Öğlen oldu haydi yemeğe, akşam oldu haydi yemeğe, sonra yatıp uyumaya, bu böyle tekdüze şekilde aylarca sürmüş. Keloğlan gün geçtikçe kilo almış, şişman bir oğlan olmuş. Keloğlan adı unutulmuş. Köydekiler kendisini Şişmanoğlan diye çağırmaya başlamışlar. Bir gece evinde uyurken rüya içinde rüya görmüş. Her çeşit yiyecek ve içeceğin bulunduğu büyük bir sofrada kendisini yemek yerken görüyormuş. Yemiş içmiş, yemiş içmiş, içtikçe şişmiş, şiştikçe şişmiş, sonunda boom diye patlamış ve yerlere yayılmış. Bu durumu acıma duygusu ile seyreden Keloğlan’mış. Şişmanoğlan’a doğru çok sert bir hareketle hızla dönmüş. Kaşlarını çatmış: “ İşte gördün Şişmanoğlan. Rüya içinde gördüğün rüya bitti. Şimdi ben senin asıl rüyanım. Böyle bol bol yiyip bel bel bakınmaya, yan gelip yatmaya devam edersen sonunun ne olacağını anladın. Eskiden sen de benim gibiydin, Keloğlan’dın. Kuvvetliydin, çeviktin, çalışkandın. Ya şimdi şu haline bak. Parmağını bile kıpırdatmak sana zor geliyor. Sorarım sana aylardır bu Zenginler Ülkesi’ndesin. Ne kazandın sanki? Dur, hiç boşuna düşünüp de yorulma. Cevabını söyleyeyim: Hiçbir şey kazanmadın, ayrıca sağlığını kaybettin. Bana bak Şişmanoğlan. Benim canımı sıkma. Ya eski günlere geri dönersin, ya da her gece rüyalarına girer, bu sopayla seni döverim “ demiş, sopayı kaldırmış ve Şişmanoğlan’a vurmaya başlamış. Şişmanoğlan gördüğü korkulu rüyadan feryat ederek uyanmış. Ter içindeymiş, her tarafı ağrıyormuş. “ Akşam yemeğinde haddinden fazla pilav yemiştim. Bu korkulu rüyayı görmemin sebebi bu herhalde “ demiş kendi kendine. Rüyasında gördükleri hatırına gelmeye başlamış. Sonunda, rüyasındaki Keloğlan’ın söylediklerinin mutlak doğru olduğuna karar vermiş. Açıklamasını ise şöyle yapmış: İnsanın mutlaka çalışması lazım geldiği, çalışmadan yaşamanın tembellik olduğu, tembelliğin insanı bunalımlara sevk edeceği, bunalımın ortaya çıkış biçiminin insandan insana değişebileceğini, kendisinde bu durumun bol bol yemek yeme şeklinde meydana geldiğini ve bunun sonucu olarak şişmanladığının bilincine vardığını, bu zor durumdan kurtulmanın tek yolunun yeniden çalışmaya başlamak olduğunu anlamış. SON Yazan: Serdar Yıldırım BU MASALIN BULUNDUĞU KİTAPLAR: Keloğlan Masalları — Çocuk Gezegeni — Yayın Yılı: 2012 Sayfa: 131-136 |
|
|
|
Serdar102 ![]() |
№: 230 Tarih: 2023-10-09 14:57 GMT
|
Members ![]() Mesaj: 101 Ülke: Turkiye ![]() |
Deniz kızı gülümsedikten sonra şunları söylemiş: " Tabii Gezgin Şehmuz, bu senin hakkın. Gölün altında büyük bir yeraltı şehri var. Dipteki su kanallarından geçilerek yeraltı şehrine inilir. Sokaklar ve evler suyun içinde kurulmuştur. Su kanallarının kapakları özel bir durum yoksa daima kapalıdır. Ender olarak bizden biri göle çıkar. Biz oradan burayı yani dünyadaki insanların yaşayışlarını inceleriz. Daha doğrusu sizi seyrederiz. Konuşmalarınızı duyarız. Sizleri tanırız, biliriz. Yaşantınıza karışmayız. Olaylara müdahale etmeyiz. Bu bir çeşit sihirli aynalar aracılığıyla gerçekleşir. Ben yeraltı şehri kralının kızı Prenses İrona'yım. Gezgin Şehmuz'un göl kıyısına geldiğini görünce durur muyum? Hemen çıkıp geldim. Ne dersin, gelmekle iyi etmedim mi sence? " " İnan bana deniz kızı gelmene çok sevindim. Ayrıca anlattıkların düşünce ufuklarımı genişletti. İnsanlar çoğunlukla günübirlikçidir, günü yaşamaya, günü kurtarmaya bakarlar. Gelecek hırs vermez, geçmiş ders vermez. Düşünceler belli kalıplar içinde sınırlanmıştır. Bu dar kalıplar içindeki düşünceler körelmiştir. İleri gitme şansı yoktur, tersine daima geriye gider. Bu dar kafa zihniyetinden kendini kurtarabilen, düşüncelerini belli kalıpların dışına taşırabilen özgün düşünme yeteneğini elde eder. Özgün düşünme, kişiye özel sadece o kişinin beyinsel fonksiyonlarının ürünü olan bir sistemdir. Bu yeteneğin kazanılabilmesi için, önce okuyup öğrenmek sonra da öğrendiklerini doğru olarak yorumlayıp, öğretebilecek duruma gelmek gerekir. Gezip dolaşmanın, yeni insanlar tanımanın konu üzerindeki önemi inkar edilemez. " " Gezgin Şehmuz, sen bir söz ustasısın, bir filozofsun. Şu anda yeraltı şehrinde konuşmalarımız dinleniyor ve yazıcılar bunları kaleme alıyorlar. Az önce söylediklerin bizlere hayatımız boyunca yol gösterici olacaktır, yolumuzu aydınlatacaktır. Bir önerim olacak, bilmem nasıl karşılarsın? Bu konuşmalar masal havası içinde kitap olarak hazırlansa, torbalara konup buraya getirilse, sen atına yükleyip, bu şehirde ve gideceğin şehirlerde, köylerde halka parasız olarak dağıtır mıydın? Bitince geçerken uğrar, yenilerini alırdın. İnsanlara faydası büyük olurdu bu fikirlerin. " " Prenses İrona, gerçekten asilce bir davranış içindesiniz. Karşılık beklemeden insanlara iyilik yapmak güzel bir duygudur. Önerini kabul ediyorum. " SON Yazan: Serdar Yıldırım |
|
|
|
Serdar102 ![]() |
№: 234 Tarih: 2023-11-14 21:44 GMT
|
Members ![]() Mesaj: 101 Ülke: Turkiye ![]() |
Aradan bir ay geçti. Bu sürede köpekbalıkları bildikleri öldürme yöntemlerini yavru balinaya öğrettiler. Hedef, insanların toplu halde yüzdükleri plajlar olacaktı. Plajlar, insan kanına boyanacaktı. Yavru balina, öldürürüm, parçalarım, diyordu ama onu plaja salmadan önce bir deneme yapmalıydı. Bakalım öldürebilecek miydi? Beş köpekbalığı yalnız yüzen insan aramaya başladı. Deniz fenerinin yakınında bir çocuk yüzüyordu. İlk kurban o olacaktı. Köpekbalıkları döndüğünde yavru balinayı buldular. Yavru balina yirmi insanı acımadan öldürdüğünü, insanların plajlara çıkamadığını, etrafa korku saldığını söyledi. Köpekbalıkları, bu habere çok sevindiler. Ertesi gün bir köpekbalığı deniz fenerinin yakınındaki sahilde yavru balinanın yuttum dediği çocuğu gördü. Başkanı bularak durumu anlattı. Başkan, bunun üzerine çok sinirlendi. Nefretle yavru balinanın üstüne gitti: “ Hani yutmuştun o çocuğu, bak fenerin oradaymış. Sen bizimle dalga mı geçiyorsun? “ Köpekbalıklarının etrafını sardığını gören yavru balina: Yavru balinanın önü açılmıştı. Gücünün yettiği kadar hızlı yüzmeye başladı. Karşısı sahildi. Artık geriye dönüş yoktu. Peşinde sürüyle köpekbalığı vardı. Yakalarlarsa parçalarlardı. Yavru balina kendini sahile zor attı. Debelendi kumun üstünde biraz daha, biraz daha ilerledi. Gücü tükenince, başını sıcacık kumun üstüne bıraktı. Çocuk, yavru balinayı tanımıştı. Onun yanına geldi: “ Ne oluyor, yavru balina? Neden sahile çıktın? “ Yavru balina olanları anlattıktan sonra: “ Ya, işte böyle Mark, köpekbalıkları peşimde, sayıları yirmiden fazla. Onlarla yalnız başıma çarpışamam. Acı gerçek ama benim için böylesi daha iyi olacak. “ Mark oradaki deniz feneri bakıcısının çocuğuydu. Biraz sonra koşarak deniz fenerine gitti ve babasıyla annesine durumu anlattı. Babası, telsizle olanları yetkililere bildirdi. Hep birlikte ellerinde kovalarla yavru balinanın yardımına koştular. Denizden kovalarla aldıkları suyu yavru balinanın üstüne döktüler. Fakat ne çare, gücü gitgide tükenmekte olan yavru balina, çocuğa; Mark, hatıram unutulmasın, insanlar beni unutmasınlar, dedi. Yetkililer olay yerine ulaştığında, baba, anne ve çocuğun hıçkırıklarla ağladığını gördüler. Yavru balina kurtarılamadı. SON Yazan: Serdar Yıldırım
|
|
|
|
Serdar102 ![]() |
№: 235 Tarih: 2023-11-14 21:44 GMT
|
Members ![]() Mesaj: 101 Ülke: Turkiye ![]() |
CÜCE KADININ ÖLÜM KORKUSU Meral dağlara kaçarak canını kurtarmıştı, yoksa onu da öldüreceklerdi. Onun mağaralardaki, ağaç kovuklarındaki yaşamı uzun sürdü. Elbisesi yırtık-pırtık, ayakkabısı ise yoktu. Yalınayak geziyordu. Yorgan yoktu, battaniye yoktu, yatak yoktu. Çok zordu kış günleri, sabahları uyanınca zangır zangır titriyordu. Bazı günler elleri-ayakları buz kesiyor, damarlarında donan kanı hareket ettirmek için ağzıyla hohluyordu. Sıcacık odada karnı tok olarak bulunsaydı bundan hiç şikâyet etmezdi. Dağlarda bulduğu sebze ve meyveleri yiyor, dereden, gölden su içiyordu. Ispanak ve pırasa pişmiş olarak servis yapılınca yemek kolay ama Meral bunları çiğ olarak yiyordu. Zorluğunu denemeyen bilmez. Bir de ekmek vardı. Sıcacık, mis kokulu ekmek. Bazı şeylerin değeri yokluğunda fark edilir. Meral ekmek bulamamasına çok içerliyordu. Artık tadını unuttuğu, adını zar-zor hatırlayabildiği ekmek. Aradan on altı yıl geçti. Dağlarda geçen on altı yıl. Meral elli yaşındaydı. Sıcak bir yaz gecesi uyku tutmuyordu. Ormanda uzanmış yatıyordu. “ Oğlum, diye düşündü, Meral. Canım oğlum, acaba şimdi nerededir? Büyük bir ihtimalle çiftliktedir. Yirmi beş yaşında olmalı. Belki evlenmiştir. Aslan gibi olmuştur. Şöyle uzun boylu, yakışıklı. Beni hatırlar mı ki? Anacığını. Tabi hatırlar, o zamanlar dokuz yaşındaydı. Oralara geri dönsem oğlumu görebilir miyim? “ İşte, Meral’in düşündüğü son cümle onu harekete geçirdi. Aniden ayağa kalktı ve çok uzaklardaki çiftliğe doğru yola çıktı. Günlerce yol yürüdü Meral, dağdan dağa geçti. Önüne kurt çıktı. Ağaca tırmanarak zor kurtuldu. Kurt onu ayak bileğinden ısırmıştı. Kanayan yaranın üstüne yaprak koyup sarmaşıkla sardı. Ertesi gün davul gibi şişti ayak bileği. Bazı günler ağrıyan ayağının acısına dayanamayıp saatlerce baygın yattığı oldu. Zamanla ayağı iyileşti. Yara tamamen kapandı. Meral tekrar çiftliğe doğru yürümeye başladı. Meral, aylar sonra çiftliğin yakınlarına geldi. Çiftliğe yaklaşmıştı ki, at üstünde genç bir adam Meral’in önüne çıktı: “ Dur, kimsin? Adın ne senin? “ diye sordu. SON Yazan: Serdar Yıldırım
|
|
|
|
Serdar102 ![]() |
№: 236 Tarih: 2023-11-14 21:45 GMT
|
Members ![]() Mesaj: 101 Ülke: Turkiye ![]() |
Anne hamsi birden bakışlarını uzaklara çevirmiş. Gözlerini kısmış. Denizle göğün birleştiği yere yakın, çok uzaklarda, gökyüzünde, gökkuşağı belirmiş. İki ay önce deniz dibine kırk bin tane kadar yumurta bırakmış ama tamamına yakını deniz canlıları ve balıklar tarafından yenmiş, yutulmuş. Sadece bu, şimdi yanında olan ilk ve tek yavrusu yumurtadan çıkıp, dünyaya merhaba demiş. Onun sorduğu sorulara bakıp da bazı yaşam normlarına diş geçirebileceğini anlamış. Standartlar paramparça olmalıymış. Böylece denizaltı dünyasında hamsi, değişim geçirerek, yeniden doğarmış. Yavru hamsi hızla ileri atılmış. İşte gökkuşağı oradaymış. Hemen şimdi altından geçerim, diye düşünmüş. Aya giden füzeden daha hızlıymış. Yeryüzünün tüm karmaşasını önüne katmış, kovalıyormuş. Aniden önüne bir palamut çıksa ne yazarmış? Bir palamut değil, bin palamut bir damla duman olsa üfler geçermiş. Yavru hamsinin şansına gökkuşağı bu sefer yakındaymış. Gökkuşağının altından geçerken, dünya denizlerinde yaşayan en büyük balık olmak istiyorum, demiş. Dev hamsi bir hafta boyunca annesini Marmara’da aramış ama bulamamış. Yavruyken palamutlara yakalanmayan annesi şimdi hiç yakalanmazmış. Balıkçı ağlarına takılmadıysa, bir yerlerde mutlaka saklanıyormuş. Bu iri cüssesiyle onu kıyıda, köşede araması olanaksızmış. Dev hamsi daha sonra Çanakkale Boğazı’ndan geçerek Ege’ye, oradan da Akdeniz’e ulaşmış. Dev hamsiyi kıyılardan ve gemilerden gören insanlar fotoğrafını çekmiş. Dev hamsi dört ay Akdeniz’de kalmış. Pek çok yeri gezmiş, dolaşmış. Burada yaşayan deniz canlılarıyla arkadaş olmuş. Birkaç yerde köpekbalıklarıyla karşılaşmış. Ortalama dört-beş metre boylarındaki köpekbalıkları dev hamsiye hayret dolu bakışlarla bakmışlar. Çok şaşırdıklarını söylemişler. Ona dostça davranmışlar. Nasıl olup da bu kadar büyüdüğünü sormuşlar. Dev hamsi de olanları anlatmış. Gördüğü ilgiden memnun kalmış. Daha sonra bir yılan balığının kılavuzluğunda Cebelitarık Boğazı’nı geçip, Atlas Okyanusu’na giriş yapmış. On yıl sonra: İnsanlar arasında en çok tanınan kimmiş? Dünyada yaşayan yedi milyar insan varmış. Bu kadar insanın tanıdığı bir kişi olamazmış. Dünya denizlerinde yaşayan yüz milyardan fazla canlının hepsinin tanıdığı varmış ve o da, dev hamsiymiş. SON Yazan: Serdar Yıldırım
|
|
|
|
Serdar102 ![]() |
№: 237 Tarih: 2023-11-14 21:45 GMT
|
Members ![]() Mesaj: 101 Ülke: Turkiye ![]() |
KELOĞLAN İLE KEL OLMAYAN ADAM Denize olta atmış, eski bir çarık çekmiş. Çarığı denize atmış, balıkları korkutmuş. Hal ve gidişi böyle olan Keloğlan bir gün kel olmayan bir adamla tanışmış. Bu adam Serdar Yıldırım'mış. Zamanda yolculuğa çıkmış ve aramış, Keloğlan'ı bulmuş. Bildiği atasözlerini birbirine karıştırmış ve bir kağıda yazıp Keloğlan'a okumuş. Taşıma suyla değirmen döndüren adamın tatlı dili yılanı deliğinden çıkarmaz. Eğer Serdar Keloğlan'ı gıdıklamasa Keloğlan'ın bunlara güleceği yokmuş. Ama Serdar'ın dostluğu iyiymiş. Kısa zamanda Keloğlan'la can ciğer kuzu sarması olmuşlar. İkisi birlikte kasabaya doğru giderken, hışımla yürüyen biri Keloğlan'a yandan çarpmış, geçip gitmiş. Peşinde kılıçlı bir manga fedai varmış. Keloğlan sormuş: " Kim bu böyle ya? " Keloğlan: " Osmanlı İmparatorluğu sonradan ne oldu? " SON
|
|
|
|
Serdar102 ![]() |
№: 244 Tarih: 2024-02-05 12:59 GMT
|
Members ![]() Mesaj: 101 Ülke: Turkiye ![]() |
" Mustafa Kemal 19-Mayıs-1919 tarihinde Samsun'a çıktı. " SON |
|
|
|
Serdar102 ![]() |
№: 245 Tarih: 2024-02-05 13:00 GMT
|
Members ![]() Mesaj: 101 Ülke: Turkiye ![]() |
KARDEŞLİK HİKAYELERİ SON --------------------------------------------------------- PANTER SON ---------------------------------------------------------------- ANNE KANGURU SON ------------------------------------------------------------------- LAMA VE PUMA SON Fikir: Serhat Yıldırım
|
|
|
|
Serdar102 ![]() |
№: 254 Tarih: 2024-05-26 13:03 GMT
|
Members ![]() Mesaj: 101 Ülke: Turkiye ![]() |
MAGOSA ZİNDANINDA NAMIK KEMAL İLE BİRLİKTEYİM Zaman gezgini olarak 150 yıl önceye gitmeyi düşledim ve Kıbrıs'ta bulunan Magosa zindanında olmayı istedim. Namık Kemal yerde, taş üstünde oturuyordu ve beni görünce ayağa kalktı. İlerici, çağdaş fikirlerle donanmıştı ve bir devlet yönetiminin tek bir kişinin tekelinde olmasını istemezdi. Bana seslendi: " Dur bakalım, aslanım, sen de kimsin böyle? Burada ne işin var? " " Ben, gelecekten geldiğimi, söyledim. Tarih 9-2-2024. Adım Serdar Yıldırım, dedim. Namık Kemal: " Bak bu çok iyi. Yüz bilmem kaç yıl sonrasından geçmişe dönülüyorsa insanlık çağ atlamış demektir. Ben şimdi burada olmamı özgürlük, bağımsızlık, halkın kendi kendini yönetmesi dememe borçluyum. Arkadaş, sen boş biri değilsin ama dolu biri de değilsin. Senden şüphelendim. Doğrusu ne ise, sen onu söyle. " Serdar: " Her sözünüzün altına imzamı atarım. Hepsi doğrudur. Boş değilim ama dolu da değilim. Bir gün dolduğumda dinamit gibi patlayacağım. " Namık Kemal: " Ben patladım da ne oldu? Sonradan kendimi bu zindanda buldum. Sen patlama. Sessiz ve derinden git. Bakışlarından anladım. Sen bana saygı duyuyorsun. " Serdar: " Sizin fikirleriniz gelecek nesilleri etkiledi. Bu fikirlerden etkilenen çağdaş özgürlük savaşçıları, Anadolu'da Türkiye Cumhuriyeti'ni kurdu. Mustafa Kemal ve arkadaşları, bunu başardı. Osmanlı sizden 35 yıl sonra Türkiye Cumhuriyeti oldu. " Namık Kemal: " Kardeşlik, gel yamacıma sokul biraz. Ben aylardır bu taş üstünde yatıyorum. Sen bir süre burada otursan güç kaybına uğramazsın. " Serdar: " Vatan Yahut Silistre adındaki tiyatro oynanırken, sizi yakaladılar ve göz hapsine aldılar. Senaryosunu sizin yazdığınız bu oyun neden bazı kesimlerin işine gelmedi? " Namık Kemal: " Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir. Padişah 1. Abdülaziz'in hafiyeleri geldi ve seni bu oyundan ötürü tutuklamak zorundayız, dedi. Ben bağırarak oynanan tiyatronun konusu hakkında konuşmaya başlayınca iki adım gerilediler. Konuşmam bitince bileklerime kelepçe takmadılar. Öylesine karakola götürüp gözaltına aldılar. Sonrası işte bu Magosa ve zindan. " Serdar: " Ben padişahın yerinde olsam, sizi yönetim üstünde tutar, devlet yapardım. Değişen çağa ayak uydurur, Osmanlı İmparatorluğu'na çağ atlatırdım. Böyle gelmiş böyle gider olmaz. Diğer devletler koşarken, Osmanlı'ya yürümek yakışmaz. Yakışmadı zaten. " Serdar: " Ey vatan ve özgürlük şairi Namık Kemal. Gelin şöyle dışarı çıkalım. Çayırda yürüyelim. " Namık Kemal: " Aman Serdar, sen ne diyorsun? Burası babanın çiftliği değil. Öyle istediğin zaman dışarı çıkamazsın. Sen istedin diye bu iş olmaz. " Serdar: " Sayın Namık Kemal, ben istediğim zaman biz dışarı çıkarız. Ben istemedikçe onlar bizi göremezler. Buyrun önden siz yürüyün. Ben sizi takip ederim. " Serdar Yıldırım'ın öz benliği, Namık Kemal'in silüeti dışarı çıktı. Magosa Zindanı' nın karşısı çayırlık, çimenlikti. O yöredeki veya o ülkedeki güç sahipleri, defalarca uyarılmalarına karşın, yanlışlarından dönmüyorsa bunda bir sorun var demektir. Cumhuriyet ve özgürlük demeleri için, daha bir süre beklemek gerekir. Bunlar sonradan Cumhuriyet'in ve kişisel özgürlüklerin rahatını gördükçe biz neden bu fikirlere karşı çıktık diye kendilerine kızacaktır. Namık Kemal çayırda, çimende yürüdü, koştu. Bazı zamanlar, ben O' na yetişmekte zorlandım. Sonra bir ağacın dibine oturduk. Ben: " Sayın Namık Kemal, ben gelecekten geldiğime göre, sizin daha sonraki yaşantınız hakkında bilgi sahibiyim. Siz isterseniz bunları anlatayım. " Namık Kemal: " Aman Serdar, ne demek? Kim öğrenmek istemez geleceğinin nasıl olacağını? Anlat bakalım, ben hep burada mı kalacağım? " " Siz ne kadardır buradasınız? " " 2.5 yıl oldu. " " Burada 8 ay daha kalacaksınız. Sonrasında kurtulacaksınız. " " Neden? " " Çünkü sizi buraya atan padişah 1. Abdülaziz tahttan indirilip yerine 5. Murat gelecek. O da pek çok tutuklu gibi sizi serbest bırakacak. Midilli Adası'na mutasarrıf tayin edileceksiniz. " " Bak bu çok iyi. Demek ki, ben bu zindanda çürümeyeceğim. " " Siz Kıbrıs'a sürgün edildikten sonra da Vatan Yahut Silistre sahnelenmeye devam etti. İlk 2 ay süresince bu oyun 47 defa oynandı. Daha sonra İzmir ve Selanik'te üç yıl içinde 500 defa sahnelendi. " " Ya Serdar, biliyor musun, iyi ki geldin. Bana sevinç ve huzur verdin. Buradan kurtulup özgürlüğe adım atacağım günleri bekler oldum. " Daha sonra Namık Kemal'e yaşadığım güne gitmeyi teklif ettim. Saniyesinde evet dedi ve evimde belirdik. Namık Kemal evin salonunda sağa sola bakındıktan sonra, Serdar, bu ne değişik bir ev? Bu, şu, o bunlar nedir? " Bu buzdolabı, şu çamaşır makinesi, o televizyon. Şaşırmakta haklısınız. Bunlar sizin zamanınızda yoktu. Hepsi sonradan icat edildi. Buyurun bu odaya geçelim. Orada internet var. " Geçelim bakalım. Yeniliğe meraklıyım. Sen de beni şaşırtmaya devam et. " " Sayın Namık Kemal, bu internet. Televizyon gibi. Televizyonda başkaları oynatır, sen seyredersin. İnternette sen oynatırsın başkaları seyreder. Bakın az sonra ekranda görünecek. Namık Kemal yazıyorum. Görüyor musunuz, sizin resimleriniz ve hayat hikayeniz çıkıyor. Ben sizin kadar meşhur olsam başka ne isterim. " " Gerçeği söylemek gerekirse sen benim kadar meşhur olamazsın. Gelecek nesillerin beyninde benim kadar iz bırakamazsın. Sen bir kartal olsan her yıl aynı yerde yuva kurardın. Ben her yıl değişik bir yerde yuva kurdum ve ilk yuvamı özlemedim. " " Görsellere giriyorum, resimleriniz çıkıyor. Sizden 150 yıl sonra resimleriniz gözlerde, gönüllerde. " " Aradan bir buçuk asır geçmiş. Dünya eskiyi özler, geleceği gözler olmuş. Ey Serdar Yıldırım, senin amacın nedir? Neden beni rahatsız ettin? " " Benim amacım, yaşadığım çağ insanına Namık Kemal adındaki kaliteli bir beyin yapısının tanıtımını yapmaktı. O yüce bir beyindir ki, şiirden kapı açmış, hikaye derken, roman yazmaya yönelmiş. Ben de işe şiirden başladım. Şiir öksüzdür, arayan soran olmaz. Sonra masal, hikaye yazmaya yöneldim. Ben roman yazmaya yönelmeyeceğim. Anlatılmak istenen, kısa ve öz olarak anlatılmalı. " " An geliyor ki, 5-10 sayfa hikaye yazmak yetmiyor. Olayı kesin, kati ve detaylı anlatmak gerekiyor. Belki okuyucu hikayedeki karakterin saç şeklini, şapkasını, giyimini, kuşamını merak edecektir. Sen hikaye yazarken bunları aklına getirmez misin? " " Tabii ki getirmem. Konuyu kısa keserim. Sonuçta, okuyucunun beyninde ne, neden, niçin ve sebep kalır. Bence 4 sayfalık hikaye 200 sayfalık romana bedeldir. " " Eee sıktın ama? Durup dururken kendini övüyorsun. Konu ben değil miyim? Aynı davranışı tekrar edersen, seninle öyle bir kavgaya tutuşurum ki, dünya gelse seni kurtaramaz. Padişah bile benden korktuğundan bu zindana attırdı. " Aradan bir dakika geçti. Sertleşen havayı Namık Kemal yumuşattı: " Evde çay var mı, çay? Bir çay demle de içimiz ısınsın. " " Evet var. Beş dakikada çayınız hazır olur. Yanında yiyecek bir şeyler de getiririm. Şu an evin ikinci katındayız. Siz isteyin ben pencereden aşağı atlarım. " Dünya tarihi boyunca pek çok fikir ve düşünce sistemi insanları etkilemiştir. Bunların bazıları kısa ömürlü olmuştur. Bazıları ise, uzun ömürlü olmuştur. Gelecek yüzyılları şekillendirmiştir. Fakir biri, çağının çok ilerisinde fikirler öne sürse de taraftar bulamamıştır. Tarihin karanlıkları arasında kaybolup gitmiştir. Adam zengindir. Taraftarı, inananı çoktur. Bunların fikirleri bin yıl sonrasına bile ulaşır. Böyleleri dünya tarihinde vardır. İnsanlar, zengini sever. Zenginlik hayranlık uyandırır. Saraylar, köşkler, yalılar vardır. Bunlar hayatlarını sorunsuz yaşar. Alamama durumları yoktur. Parasıyla değil mi, her şeyi alırlar. Gün gelir geleceklerini satın alırlar. Sonunda bize ayrılan zaman doldu. Ayrılık vakti geldi. Magosa zindanına geri döndük. Namık Kemal: " Serdar, gel gitme, dedi. Burada benimle kal. " Serdar: " Ama, dedim, Sayın Namık Kemal burada kalamam. Daha önce de bizimle burada kal diyenler oldu. Onlarla birlikte kalsaydım, size gelemezdim. Şimdi burada kalırsam geleceğe gidemem. En uzun paylaşımım sizinle olan olacak. Varın izin verin ben gideyim ve yaşadıklarımızı insanlara ulaştırayım. İnanın sevenleriniz milyonları aşacaktır. " Namık Kemal: " Dediğin gibi olsun, varsın taraftarım çok olsun. Özgürlük ve bağımsızlık savaşçısı Namık Kemal diye araştırma yapsınlar. Acısını biz çektik sefasını onlar sürsün. O dediğin Mustafa Kemal ve Türkiye Cumhuriyeti vizyonunu kaybetmesinler. " Bebeklik çağları hariç ağlamayan Namık Kemal'in göz pınarlarından iki damla yaş süzüldü: " Ama, dedim, ağlıyorsunuz? " " Yok be Serdar, gözüme bir şey mi kaçtı, nedir? Beni rahatsız etti. Ben aylardır bu Magosa zindanındayım. Hep aynı gardiyan ve aynı sessiz gemi. Bu gardiyan benimle bir kelime konuşmadı. Yasakmış! Var git yoluna internet midir nedir, bu hikayeyi hazırla ve okuyucunun ilgisine sun. " Sonunda Namık Kemal ile vedalaştık. Evime geri döndüm. Şimdi tarih: 9-5-2024. Ben 90 gün uğraştım bu hikayeyi hazırladım. Okurlar, en çok 9 dakikada okur, bitirirler. Bu onların çabukluğundandır. Onların arasından çıkanlar, Namık Kemal'i benden çok daha iyi anlatacaklardır. SON |
|
|
|
Serdar102 ![]() |
№: 264 Tarih: 2025-04-28 13:20 GMT
|
Members ![]() Mesaj: 101 Ülke: Turkiye ![]() |
FRANSA ASKERİ LİDERİ VE İMPARATORU NAPOLYON BONAPART İLE BİRLİKTEYİM Zaman gezgini olarak Napolyon Bonapart'ı rahatsız ettim: " Buyrun, Napolyon Bonapart. Burası benim evim. Dört katlı bir apartmanın ikinci katı. Bazısına göre, saray, köşk. Bazısına göre, yaşanılacak iyi bir mekan. " Napolyon Bonapart: " Palavrayı kes!.. İki oda, bir salon, apartmanda altı kolon. Kendini uyanık sanıyorsun değil mi? Beni harekete geçirmeden sinyallerini aldım. Yaşadığın bu binayı gezdim, dolaştım. Kendin için, kendince bir şeyler yapmaya çalışıyorsun ama bana sökmez. Hakkında araştırma yaptım. Bu binada ve komşu binalarda seni tanıyan yok. Kim bu Serdar Yıldırım diyorlar? " Serdar Yıldırım: " Doğrudur. Demek ki başarılı oldum. Öyle sağda solda lak luk edersem bunun bana faydası olmaz. Sessiz ve derinden gitmek, benim temel ilkemdir. Yakın plan çalıştığım insanlar oldu ve bunların pek azı bana yardımcı oldu. " Napolyon Bonapart: " Her yanlışa bir doğru kılıf buluyorsun. Seninle uğraşamam. Çekil yolumdan. Gölge etme. Serdar Yıldırım: " Benim sizinle bir uğraş içine girmemin sebebi, Osmanlı İmparatorluğu çöktükten sonra Anadolu işgal altındayken Kurtuluş Savaşı başlatan Mustafa Kemal ile ilgili. Mustafa Kemal öğrencilik yıllarında, önceleri Napolyon'a hayrandım. Sonradan siyasi fikirlerim şekillenince Napolyon'dan hoşlanmamaya başladım. Demek ki, devrimler karşı devrimleri getirebilir, demişti. Napolyon Bonapart: " Ben gelmişim, geçmişim. Bu dünyadaki zamanımı tamamlamışım. Siz beni yeniden gündeme mi getirmeye çalışıyorsunuz? " Serdar Yıldırım: " Tamamen öyle. Ben kesinlikle Napolyon Bonapart diyorum ve bu fikirlerin takipçisi olacağım. " Napolyon Bonapart: " İlk karşılaştığımızda bana agresif biri gibi göründünüz ama kalbiniz bir pamuktan yumuşakmış. Benim şu anda size bir jest yapmam gerekir. O zamanlar İspanya Krallığına kardeşim 3. Napolyon'u getirmiştim. Şimdi geçmişe dönsek ben sizi İspanya Kralı olarak tayin etsem, siz emrime riayet edip İspanya Kralı olur muydunuz? " Serdar Yıldırım: " Bu benim için, paha biçilmez bir umut kaynağı olurdu. Krallar, şahlar, padişahlar hep zor durumda kalmıştır ve istemedikleri işlerle mücadele etmiştir. Ben sizi kırmamak için, İspanya Kralı olurum. Zamanı tersine çevirir, saatleri sessiz çaldırırım. Sarayda oturmaz halkın arasında gezerim. Halkla birlik olurum, bütünleşirim. " Napolyon Bonapart: " Ben 22 yaşında albay, 26 yaşında general oldum; haberin var mı senin? Bir ülkeyi düşmanlar istila etse, dört bir yandan sarılsa, yok edilmeye çalışılsa, sen bu ülkenin vatandaşı olsan, bu haksızlığa karşı çıkmaz mısın? " Serdar Yıldırım: " Gür sesimle haykırırım. Bağırır çağırırım. Düşmanlar bundan korkar. " Napolyon Bonapart: " Benim ülkem Fransa'nın İngiltere ile yıllardır bitmek tükenmek bilmeyen savaşları vardı. Genelde bizim ordu bozguna uğruyordu ve kaçıyordu. Ben yüzbaşı ve binbaşı iken savaştan kaçmadım. Emrimdeki birlikle savaşa devam ettim. Asker de kaçmadı. Sonradan ordu komutanları bunu fark etti. Sayısı yüz bini geçen ordular emrime verildi. İtalya seferi sırasında 18 meydan savaşı kazandım. 15-Mayıs-1796’da ordumla Milano’ya girdim. 27 yaşındaydım. Serdar Yıldırım: " Ey Napolyon Bonapart, siz yüce düşünceler içindeydiniz ve İngiltere'nin ticaret yolunu kesmeye çalıştınız. Kestim dediniz, doğrudur ama sonradan neden oradan ayrılıp iki gemiyle Fransa'ya döndünüz. Kırk bin askeriniz orada kaldı. Siz Fransa yönetimi üstünde gücünüzü artırdınız ama orada kalan Fransız askerleri ne oldu? " Napolyon Bonapart: " Avrupa’da Fransa’nın Koalisyon ordularına yenildiği haberini alınca ülkeme dönme kararı aldım. Eylül 1799’da ordumu Mısır'da bırakarak iki gemiyle Fransa'ya döndüm. Emrimde bir dolu general vardı. Onlarda güçlerini ispat etsinler ve zafer kazansınlar diye düşündüm. Ben bir generaldim ve Fransız orduları benim emrime verilmişti. Bu böyle olmasaydı ben Napolyon Bonapart olabilir miydim? Savaşa gidip, savaştan kaçan komutan değil, savaş meydanını asla terk etmeyen, yalnız kalsa bile savaşan, zafer kazanmayı bekleyen ve bunu başaran bir komutan olabilir miydim? Serdar Yıldırım: " Avrupa'yı fethettikten sonra, doğuya yöneldiniz. 1812 yılı ortasında 800 bin kişilik orduyla Rusya üstüne yürüdünüz. Borodino Muharebesi'nde General Kutuzov komutasındaki Rus ordusunu yenilgiye uğrattınız. Ruslar, tarlaları yakarak ve su kaynaklarını kurutarak geri çekildi. Aç ve susuz kalan ordunuzda hastalıklar başladı. Sonunda Moskova'yı kuşattınız. Bir hafta sonra Moskova'ya girdiniz. Bir ay boyunca Moskova'da kaldıktan sonra Kaluga'ya doğru çekildiniz. Daha sonra ordunuzla ileri yürüyüşe geçince Tatarlar Fransa ordusunu takip etti ve çok can aldı. Rus ordusunun kazandığı savaşlardan sonra 14-Aralık-1812' de Rusya'yı terk ettiniz. Böylelikle Avrupa'da itibarınız zedelendi. " Napolyon Bonapart: " Benim hiçbir şekilde itibarım zedelenmedi. Her ne yaptıysam hepsi yüzde yüz doğrudur ve peşinden gidilmesi gerekir. Sen kimsin ki, beni eleştirmeye çalışıyorsun. Ben seni bir kaşık suda boğarım. " Serdar Yıldırım: " Benim yaşadığım zamanda, Avrupa tek bir gücün egemenliği altında olsaydı, sesimi bu derece yükseltemezdim. Avrupa kıtası pek çok devlet barındırıyor ve orta ölçekli bir yönetim anlayışı içinde. Ey Napolyon Bonapart, şu anda Avrupa Birleşik Devletleri olsaydı ve bunun kurucusu siz olsaydınız, bakın ben karşınızdayım ve benim için, nasıl bir gelecek arzulardınız? " Napolyon Bonapart: " En güçlü olduğum zaman bu derdim ve seni şövalyelerime yakalatırdım. Ellerini bağlatır ve karşımda diz çöktürürdüm. " Serdar Yıldırım: " Ey Napolyon Bonapart, böyle bir şey mümkün değil. Ben suçlu biri değilim ki, hakkımda nasıl bir cezai işlem uygulatacaksınız? Hem ele geçirdiğin ülkelere Napolyon kanunları getireceksin ama ben düşüncemi söyledim diye beni kürek mahkumu ilan edeceksin? " Napolyon Bonapart: " Bana bak bana. Adın Serdar mıydı neydi? Benim canımı sıkma canını yakarım. Konuşmayı burada kes, hikayeyi hazırla, sadece gerçekleri yaz ve bana okutmadan yayınlama. Bu işten ben karlı çıkarım çünkü zaferlerimle gündeme geliyorum. Senin bu işten kazancın ne olacak merak ediyorum? " Serdar Yıldırım: " Şimdi tarih 6-1-2025. Artık hikaye bitti. Yazması 8 ay sürdü. Bugün site ve forumlarda okunmaya başlayacak. Bu işten benim kazancım, okuyucunun hoşça vakit geçirerek tarihi bilgi sahibi olması. " SON |
|
|
|
Serdar102 ![]() |
№: 265 Tarih: 2025-04-28 13:23 GMT
|
Members ![]() Mesaj: 101 Ülke: Turkiye ![]() |
Karagöz İle Hacivat: Parayı Kim Buldu? Sayfa: 7-8 YAZDIĞIM BU HİKAYELER PORTEKİZ'İN BAŞKENTİ LİZBON'DA 13-14-TEMMUZ-2022 TARİHİNDE YAPILAN 5. ULUSLARARASI PİRİ REİS KONGRE KİTABINDA ÇIKTI. https://www.izdas.org/_files/ugd/d0a9b7_f42edd7f6c7347ada2ed52f537dd50cb.pdf? |
|
|
|
Serdar102 ![]() |
№: 266 Tarih: 2025-06-03 13:27 GMT
|
Members ![]() Mesaj: 101 Ülke: Turkiye ![]() |
— Çaydanlık, senin sorduğun soru bende birtakım çağrışımlar uyandırdı. Bu çağrışımları dilersen yeri geldikçe kısım kısım vereyim. Sorduğun sorunun cevabı şimdilik kısa ve öz olacak. İrade düş kırıklığını engeller. — Bak çay bardağı, işi gerçekleştirmeye çalışanın umut kıvılcımları birer birer sönüyor yani kıvılcımlar giderek azalıyor. Ümit yavaş yavaş da olsa sonunda yok olabilir. Ümidin azalması düş kırıklığına kadar gidebilir. Sen diyorsun ki, irade en azından umut kıvılcımlarının sönmesini yavaşlatabilir veya belki de durdurabilir ve yine veya yeni umut kıvılcımları üretebilir. Bu üreme de, bir an gelir ki, ümitleri eskisinden daha iyi bir pozisyona getirebilir. Peki, sence iradenin başarıdaki pay yüzdesi ne olabilir? — Yüzde yüz olmasa bile yüzde yüze yaklaşır. Yalnız irade başarı için yeterli olmayabilir. Yeterli bile olsa yetersiz kalacağı düşünülerek irade giderek güçlendirilmeli. İradenin güçlendirilmesi, bilgi dağarcığı genişletilerek, ilgi alanları çoğaltılarak mümkündür. Bu suretle zeka gelişir, zeki olunur ve eğer varsa gerçekleştirilmek istenen işi engelleyen birtakım faktörler aşılır. İrade, bir bakıma dayanma, direnme gücüdür, işte devamlılık sağlayabilmektir. Sözün özü: İrade güçlü olacak. — Evet, çay bardağı, dikkat edersen görüntü giderek netleşiyor. Zaman makinemizin ekranında gördüğümüz çay bardağı 20-5-1988 tarihini yaşıyor. Bu tarih, onun işe başlama tarihidir. Görüntü şu anda net olarak gözüküyor. Zaman ayarı tamam ve istersen atlamayı gerçekleştirip, onun yanına ışınlanırız. Biliyorsun on dakika orada kaldıktan sonra buraya döneceğiz. Hazır mısın? — Hazırım çaydanlık, ışınlama düğmesine basabilirsin. Çaydanlık ile çay bardağı dört yıl önceye döndüler ve çay bardağının yanına ışınlandılar. Çay bardağı aniden karşısında beliriveren çaydanlık ile çay bardağını görünce şaşırmadı. Sanki onların geleceğini biliyormuş, sanki onları bekliyormuş gibi bir hali vardı. Çaydanlık konuya şöyle bir giriş yaptı: — Bugün değişik bir işe başlıyorsun. Seni kutlarım çay bardağı. Beklentilerini alabilir miyim? Ne bekliyorsun bu işten? — Öyle ahım şahım bir beklentim yok canım. Sadece neden bu işi beceremeyeyim diye düşünerek bir başlangıç olsun diye bugün işe başlıyorum. Bir özenme benim ki fakat bir şeyler verebileceğime inanırsam tutku halini alabilir. Tutku oluşursa, inan ki, tüm benliğimle sarılırım bu işe. — Sanırım bu işe ayıracak yeteri kadar boş zaman bulacaksın. — Muhakkak çaydanlık, muhakkak. Zaten boşa geçen zamanı görüp de, zaman boşa geçmesin, boş zaman dolsun, dolu dolu olsun diyerek ve boşa geçen zamanı değerlendirmek isteğiyle bugüne geldim. — Bugün yarına ulaşacak diyorsun yani sen yarın da bu işle uğraşacaksın, bu belli. Peki, yarın kaç tane yarına ulaşacak? Yarınlar için ne söyleyebilirsin? — Yarınlar için bu işle ilgili pek bir şey söyleyemeyeceğim. Henüz ortada gözle görülür, elle tutulur bir şey yok. Yarınlar yarınlarda belli olacak. — On dakikalık görüşme süremiz doldu. Teşekkürler çay bardağı. — Ben teşekkür ederim. Çaydanlık ile çay bardağı tekrar zaman makinesinin başına geçip biraz önce konuştukları çay bardağının yarınlarındaki bir zamana yani 13-4-1990 tarihine ışınlanmak için zaman ayarına başladılar. Görüntü yine bulanıklaşmıştı: — Çay bardağı, dilersen görüntü netleşinceye kadar konuşmamıza kaldığımız yerden devam edelim. Son olarak iradenin nasıl güçlendirileceğini anlatmış ve irade güçlü olacak demiştin. Bu da herhalde zamana bağlı kalınarak olur. İradenin güçlendirilmesini zaman yaymak nasıl olacak? Güçlenmeye başlanıldığı nasıl farkedilinecek? Gücün yeterli olduğu ne bilinecek? — Herşey belli bir plana, programa bağlı kalınarak olmalı. Plansız, programsız olmaz. Bunu yaparken de, yetersiz kaldığın ne varsa hepsi meydana çıkar. Yetersiz kaldığın konular üzerinde biraz daha fazla durursun, yeterli olduğun konuları boşlamamak şartıyla. Yetersiz yeterli olmaya mı başladı, işte iraden güçleniyor, zekan gelişiyor. Yetersizlikler azaldıkça, arada bir, zirveyi yoklarsın. Bu yoklamalar yeni yetersizlikleri ortaya çıkarır. Hepsini aştın, artık hazırım, zirvedeyim dediğini farzet; işte o zamanda zirvede beklemesini bileceksin, zirvede kalmasını bileceksin. Zirvede ne kadar kalacağın belli değildir. İradeni güçlendirmeye devam edeceksin. Dayanacaksın, direneceksin ve sonunda başaracaksın. — Çay bardağı, söylediklerine göre şu sonuç ortaya çıkıyor. Bütün çaba zirve için olacak. Zirveye mutlaka çıkılması lazım. Zirveye çıkarken de, çıktıktan sonra da, irade devamlı olarak güçlendirilecek. Böylece umut kıvılcımları çoğalır ve ümit artar. Çaydanlık sözlerini tamamladığı anda görüntü netleşmişti. Ekrandaki çay bardağı hızlı bir çalışma temposu içindeydi. Çaydanlık ışınlama düğmesine basarak, çay bardağı ile birlikte 13-4-1990 tarihini yaşayan çay bardağının yanına ışınlandılar. Onların geldiğini gören çay bardağı işini bırakıp ayağa kalktı ve hoş geldiniz dedi. Çaydanlık ile çay bardağı hoş bulduk dedikten sonra diğer çay bardağının yanına gittiler. Çaydanlık: — Çay bardağı işe başlayalı neredeyse iki yıl oluyor. Bu sürede neler yaptın? Kısaca anlatır mısın? — İşe başladıktan birkaç ay sonra belli bir seviyeyi tutturduğumu anladım. Bu, şahane bir şeydi. Beni çok mutlu etti. Tabii ki, yıllarla oluşan bir birikim söz konusuydu. Birikim olmasa iş zaten olmazdı. Zaman zaman şöyle bir dönüp bakıyorum geçmiş yıllara sanki yaşadıklarım bana bu iş için çalışma ortamı hazırlamış gibi geliyor. Bir iki üç derken on üç, on dört tane oldu ve altı ay kadar önce, bunlar bende kalmasın, başkalarına da ulaşsın diyerek çözüm yolu aramaya başladım. Öyle böyle derken buldum da. Ne yapacaksam kendim yapacaktım. İşte bu gün de o aşamanın başladığı gündür. Pek yakında işimden başkalarının haberi olacaktır diyorum. — Buraya kadar çok güzel… Peki, bundan sonra ne olacak? — Bunları başkalarına ulaştırayım, o heyecanı yaşayayım da, daha geniş kitlelere ulaşmak için bir çare düşüneceğim. Bu çok zor fakat imkansız değil. Bütün mesele kapıyı bir defa aralayabilmekte. — Süremiz ne yazık ki doldu. Sana işinde başarılar dilerim. Teşekkürler çay bardağı. — Ben teşekkür ederim. Çaydanlık ile çay bardağı geri döndükten sonra konuyu açık olarak konuşmaya başladılar. Tarih: 9-10-1992 — Çay bardağı iş yani senin yazı yazma çaban halen devam ediyor. İlk ışınlanmamız yazıya başladığın gündü. İkinci ışınlanmamız ise, yazdığın hikaye ve masalları kitap olarak hazırlayabilmek için bir daktilo satın aldığın gündü. Sonra neler yaptın? — Yazdığım hikaye ve masalları kitap olacak şekilde hazırladım. Bunları fotokopi makinesinde çoğalttırdım ve kitapları okuyucularıma ulaştırdım. Şimdi yirmi değişik kitabımda yirmi üç ayrı hikaye ve masal var ve tüm yazdıklarım elli tane oldu. İstanbul ve Ankara'daki beş yayınevine onar tane hikaye ve masal kitabımı gönderdim daha geniş okuyucu kitlesine ulaşmak için, fakat sadece ikisinden cevap geldi. Biri yazdıklarımı beğeniyor, çok güzel diyor, şimdilik hazırlayamayacaklarını söylüyor. Diğerinin iki yıllık programı dolu olduğundan şimdilik imkansız diyor. Ötekiler bir cevap bile yazmaya tenezzül etmedi. Bu durum beni şaşırtmadı. Arayışlarım sürecektir. — Vakit epey geç oldu. Artık yatalım istersen. Her şey için teşekkür ederim, çay bardağı. — Ben teşekkür ederim. SON Yazan: Serdar Yıldırım ( 9-10-1992 Bursa ) Bu hikayem 24 yıla yakın bir süre kimse tarafından okunmadıktan sonra okunmasını sağlıyorum. Sadece ben okudum. Yıllar boyunca. Yazı yazma uğraşısındaki yalnızlığın labirentlerinde, çıkış yoluna ulaşmak için, verdiğim olağanüstü gayretin tükendiğini hissettiğim anlarda okuyup bana manen büyük destek olan hikayelerimden biridir. O zamanlar internet yoktu. Cep telefonu yoktu. 14-6-2006 tarihinde internette hikaye, masal ve şiirlerim okunmaya başladı. Şu an itibarıyla 170 tane site ve forumda yazdıklarım okunuyor. Ayrıca gençler, alıntı yapıp site ve forumlarda okunmasını sağlıyorlar. Bu da beni sevindiriyor. Demek ki diyorum yazdıklarım unutulmayacak. Ya internet olmasaydı? Bu kadar kesinlikle yayılmazdı yazdıklarım ve onları çok az kişi okurdu. Okuduğunuz hikayede ne anladıysanız onu anlatmışımdır. Sağlıklı ve mutlu kalın. |
|
|
|
Serdar102 ![]() |
№: 268 Tarih: 2025-09-19 20:21 GMT
|
Members ![]() Mesaj: 101 Ülke: Turkiye ![]() |
Serdar Yıldırım — Ayla Yıldırım SERDAR — GENÇ BİR YAZAR HANGİ AŞAMALARDAN GEÇTİ VE NASIL GAYRET GÖSTERDİSıkıcı. Hayat gerçekten çok sıkıcı. Günlerdir, haftalardır, aylardır değişen hiçbir şey yok. Hep aynı şeyler: Sabah olur güneş doğar, öğlen olur güneş yakar, akşam olur güneş batar. Bazen arkadaşlarla konuşurken, “ Günler birer birer geçip gidiyor. Bu işin sonu ne olacak? “ diye sorarım. Aldığım cevap hep aynı olur: “ Ne bilelim biz. Ne olacaksa oluyor işte. “ Laf mı yani bu da şimdi? Hayat çarkının dönüşüne kaptırmışlar kendilerini dönüp duruyorlar. Zannedersem yaşadıklarının farkında değiller, bedava yaşıyorlar. Şuraya bak… Göz alabildiğince uzanan bir şehir. İçinde binlerce insan. Çoğu büyümüşler de toplanıp götürülmeyi bekliyorlar. Gidecekleri yer belli: Fabrikada ucuza çalıştırılacaklar. İşçi olacak çalışacaklar. Bu çalışmak kesinlikle amaç sayılamaz. Birçok arkadaşıma sorup cevabını alamadığım bir soru var: “ Tamam. Bizi çalıştıran çalıştıracak. Bundan bizim kazancımız ne olacak? “ Ben, ucuz işçi olmak istemiyorum. Beni çalıştıracak olan çalıştırmasın, tam doymadan sofradan kalksın. Ben bunu düşünür, bunu söylerim. Benim hayat felsefem bu. Zaman nasıl da akıp gidiyor. Vakit gece yarısı oldu. Beni buradan kurtaracak olan biraz sonra gelir. Günlerdir uğraşıyorum. O’na neyin ne olduğunu ve ne yapmak istediğimi, çeşitli örnekler vererek, defalarca anlattım. Önceleri pek durumu kavrayamıyordu ama artık her şeyin farkında. İkimiz birlik olup başarı kazanacağımıza inanıyorum. Bir gelen var, galiba O. Nihayet geldi: “ Merhaba, Metin. “ Serdar, birkaç dakika bekledi. İçinde binlerce işçi adayının durduğu meydandan çıt çıkmıyordu. Yıllar önce, mutluluk çiçeğini aramak için yollara düşmüştü. Sonunda, yaşlı bir köylü kendisine kılavuzluk yapmış, mutluluk çiçeğinin yaşadığı yüce dağlar arasındaki yüksekçe bir platoya giden tek yol olan Umut Geçidi’nin girişine kadar getirmişti. Buraya kadar olanları anlatan Bay Kemal, konuşmasına şöyle devam etti: “ Umut Geçidi’nin girişine geldiğimizde yaşlı köylü beni şu sözlerle uğurladı. – Umut Geçidi’nin girişi işte burası. Bu geçidin uzunluğu yüz metre kadardır. Bu yolun sonunda önüne açık bir alan çıkacak. Karşıdaki ağaçlıktan geçtikten sonra mutluluk çiçeğini görebilirsin. Ben yetmiş yılı aşkın bir süredir aşağıdaki ovada yaşıyorum. Sen mutluluk çiçeğini aramak için gelenlerin altıncısı oluyorsun. Senden önce gelenler başarısız oldular. Mutluluk çiçeğini görememişler bile. Mutluluk çiçeğinin bekçisi buna izin vermemiş. Geçidin sonundaki açık alanda aniden karşına çıkarmış. İri, kocaman, otuz yaşlarında bir adammış bu bekçi. Korkar da geçide döner kaçarsan peşinden gelmezmiş. Gidenlerin hepsi de bilgili, kültürlü idiler ama bekçi onların hepsinden baskın çıktı. Kendilerinin birer bilge olduklarını söyleyenler bile üzgün ve yorgun bir şekilde geri döndüler. İşte, Bay Kemal benim anlatacaklarım bu kadar. Yolun açık olsun. – Yaşlı köylünün anlattıklarını dinledikten sonra geçide girdim. Arada bir durup yaşlı köylünün söylediklerini aklıma getiriyor ve bunların ışığında planlar yapıyordum. Yüz metrelik yolu üç saatte aştım. Bekçinin sorabileceği her çeşit sorunun cevabını hazırlamıştım. Açık alana çıktım. Biraz sonra bekçi yanıma geldi. Karşılıklı selamlaşmadan sonra bekçi beni kelimenin tam anlamıyla soru bombardımanına tutmaya başladı. İlk sorular basit ve cevaplandırılması kolay sorulardı: Adın ne, nereden geldin, kimlerden nasıl ve şekilde yardım gördün? Sonraki sorular ise, bekçinin konu hakkındaki soruları oldu: Mutluluk çiçeği nedir, mutluluk çiçeğinin var olduğunu ilk olarak kimden duydun, seni buraya kadar getiren nedenler nelerdir, mutluluk çiçeğini gözünün önünde nasıl canlandırıyorsun? Bu sorulara yeterli olabilecek cevaplar vermiştim. Her şey çok güzeldi, bekçi o soruyu sorana kadar. Öyle bir soru sormak bekçinin nereden aklına geldi bilmem ki? Benim kekelemeye başladığımı gören bekçi yüklendikçe yüklendi. Söylediklerinde haklıydı. Evime nasıl geri döndüm bunu bana bile sorma. Üzüntüden yürüyemez oldum, ayaklarım tutmaz oldu. Yıllar var ki, bu yatakta yatıp duruyorum. Üzgünüm, başarılı olamadığım için. “ Bay Kemal sözlerini tamamlarken ortada bir soru işareti bırakmıştı. Mutluluk çiçeğinin efsanevi bekçisi olan adamın Bay Kemal’e son olarak sorduğu soru neydi? ” Bay Kemal ben seni yeterli gördüm. Beraber, mutluluk çiçeğinin yanına gittik. Bir ihtimal de olsa senin orada yapacağın çalışmalar ters etki yapar da mutluluk çiçeğini soldurursan, neler olur, lütfen anlatır mısın? “ Serdar ile Metin, dört gün misafir kaldıktan sonra dönüşte mutlaka uğrayacaklarını söyleyerek Bay Kemal ile Vedat’a veda edip yola çıktılar. Günler günleri kovaladı, aradan haftalar geçti. Serdar yolda rastladığı pek çok insanla her çeşit konuda fikir alışverişinde bulundu. Bazılarıyla yaptığı konuşmaları istediği şekilde bilgi akımı sağlayamadığı için, kısa kesmek zorunda kaldı. Bazılarıyla ise, saatlerce konuştu, sohbet eder gibi, karşısındakine fark ettirmeden, faydalı olabilecek bilgi birikimlerini ustaca çekip aldı. Kendi öz düşüncesinde kurup tasarladığı bu büyük idealini, kimseden bir aferin beklemeksizin, canlıların mutluluktan aldığı payın biraz daha çoğalmasını sağlamak diye özetlediği girişiminin başarısı için bir tür karakter betimlemesi yapıyordu. Sonunda, Serdar ile Metin, daha önce Bay Kemal’e kılavuzluk etmiş olan yaşlı köylüyü buldular. Yaşlı köylü onları Umut Geçidi’nin girişine kadar getirdi. Burada yaşlı köylünün Umut Geçidi ve ondan sonrası hakkındaki tanıtım konuşmasından sonra Serdar geçide girdi. Geçitte elli metre kadar ilerleyip bulduğu kuytu bir köşeye oturdu. Sınırları kesin çizgilerle belirtilmemiş, duruma göre anında değişime uğrayabilecek esnek bir plan hazırlamıştı ve bu planın sadece iskeleti değişmeyecekti. Aslında basit gibi görünen fakat son derece karmaşık olan bu planı kontrolden geçiren Serdar, kendinden önce Umut Geçidi’ne giren idealistler gibi zamanlama hatası yapmayacak, açık alana gündüz değil, gece çıkacaktı. Serdar hava iyice karardıktan sonra açık alana çıktı. Mümkün olduğunca kenardan, kayalıkların arasından yürümeye başladı. Birden durdu. Gelen vardı. İri, kocaman bir karaltı az ileriden geçti, geçide doğru gitti. Bu bekçi olmalıydı. Daha doğrusu birinci bekçi. Eğer tahminleri doğruysa, mutluluk çiçeğinin yanına gidinceye kadar birkaç tane daha bekçi görmesi muhtemeldi, çünkü yaşlı köylü yetmiş yılı aşkın bir süredir buralarda yaşıyorum demişti. Yaşlı köylü doğmadan önce de bu adam bekçilik yaparmış. Bundan dolayı adı mutluluk çiçeğinin efsanevi bekçisine çıkmış. Normal olarak bir adam yüzyıllarca yaşayıp genç kalamayacağına göre, bu bekçi aynı bekçi olamazdı. Bir bekçi sülalesi olabilirdi. Nesilden nesile bekçilik görevini devrediyorlardı birbirlerine. Serdar tekrar ilerlemeye başladı. Ağaçlığın kenarına yaklaşmıştı ki, bir bekçi daha gördü. Bu birinci bekçi olamazdı, o zaman ikinci bekçiydi. Bir süre yürüdükten sonra ortalığın aydınlanmaya başladığını fark etti. Bu aydınlığın sebebinin mutluluk çiçeğinin saçmakta olduğu pırıltılar olduğunu biliyordu. Ağaçlar arasında nöbet tutan üçüncü bekçiyi atlattıktan sonra düzlüğe çıktı. İşte mutluluk çiçeği karşısındaydı. Etrafını gündüz gibi aydınlatıyordu. Serdar, mutluluk çiçeğinin yanına yaklaştıkça onun zannedildiği gibi bir bitki değil de, plastik bir maddeden yapılmış dış yüzeyi bulunan – ki bu dış yüzeyin üstünde çiçek kabartması vardı –ansiklopedi büyüklüğünde, kalın bir kitap olduğunu gördü. Bu büyük kitap, yerden iki metre kadar yüksekte bir kaidenin üstünde duruyordu. Kaideye de taş merdivenlerden çıkarak ulaşıyordun. Serdar esnek olarak hazırladığı planında mutluluk çiçeğinin bitki olamama durumunu göz önünde bulundurduğu için hazırlıksız sayılmazdı. Geriye dönüp ağaçlığın kenarındaki bir taşın üzerine oturdu. Mutluluk çiçeği tam karşısındaydı. Şimdi ne yapmalı ne etmeliydi de mutluluk çiçeğine bir zarar vermeden onun işlevini geliştirmeliydi. Zaman kısıtlıydı. Şu anın gece yarısı olduğunu farz etsen sabah oluncaya kadar sekiz saat vardı. Bu zaman zarfında mutlaka sorun çözülecek, buluş gerçekleşecek diye söylendi. Serdar kendine has yorumlarla en basitinden başlayarak düşüncesinde fikir üretmeye başladı. Bu fikir üretiminin gerçekleşmesinde – Fikir üretimi: Beyin jimnastiği. Halk dilinde, kafa çalıştırma. – yolda gelirken çeşitli insanlarla yaptığı konuşmalarda ortaya çıkan karakter tablosunun büyük yararı oluyordu. Hafızasına kaydettiği karakterler hatırına geliyordu. Bu onun sorunu çok yönlü olarak düşünmesini sağlıyor, başarı şansını arttırıyordu. Böylece aradan saatler geçti. Sabah güneş doğarken Serdar sorunu çözmüş olmanın gönül rahatlığı içinde son rötuşları yapmakla meşguldü. Buluş gerçekleşmişti. Birkaç saat daha geçtikten sonra hazır olduğuna inanan Serdar, bekçilerden birisiyle tanışmak için fırsat kollamaya başladı. Bu beklentisinin uzun sürmeyeceği belliydi, çünkü bekçilerden birisi bulunduğu tarafa doğru geliyordu. Serdar hemen oturduğu yerden kalkarak yüksekçe bir kayanın üzerine çıktı ve seslendi: “ Bakar mısınız, ben buradayım. Evet, size seslenen benim. “ Serdar kendisini görüp yanına gelen bekçinin şaşkın bakışları arasında durmadan konuşmasını sürdürdü. Kim olduğunu, buraya nasıl geldiğini, amacının ne olduğunu ve sonunda soruna bir çözüm yolu bulduğunu anlattıktan sonra kendisini ailesiyle tanıştırmasını rica etti. Serdar’ın anlattıklarını büyük bir dikkatle dinleyen bekçi: “ Olur efendim, tanıştırırım. Onlar sizinle tanışmaktan şeref duyacaklardır. Buyurun, şu taraftan gideceğiz “ dedikten sonra, Serdar’ın peşi sıra yürümeye başladı. Serdar’ın geliş yönünün aksi istikametinde ağaçların arasında ilerleyen Serdar ile bekçi, ağaçlık alandan çıktıktan sonra, Umut Geçidi’nin sol tarafında kalan dağın yamaçlarındaki bekçi sülalesinin yaşadığı evlerin bulunduğu yerleşim birimine geldiler. Genç, yaşlı birçok bekçinin etrafına toplanmasını fırsat bilen Serdar, şimdiye kadar ne öğrendiyse, ne biliyorsa her şeyi anlattı. Her çeşit konuda bilgisini ortaya koydu. Bilgi akımı, karakter betimlemesi, karakter tablosu ve fikir üretimi gibi deyimlerin anlamlarını Serdar’ın örnekler vererek açıklamasına karşın, tam olarak anlayamayan bazı genç bekçi adayları pas geçti. Nasılsa Serdar, bir süre daha sizlerle beraber olacağım demişti. Onun boş bir zamanında bu durumu sorar öğrenirlerdi. Ertesi gün dört kişilik bir bekçi grubu dış dünya ile irtibatlarını sağlayan bir gizli geçitten geçerek Serdar’ın istemiş olduğu ebatlardaki iki aynayı almak için gittiler. Yine dört kişilik bir başka bekçi grubu aynı geçitten geçerek değişik yörelere doğru gittiler. Bu ikinci grubun görevi, gittikleri yerlerdeki canlılar arasında mutluluk hissinin ne şekilde ve ne oranda artışa neden olacağını belirledikten sonra bunu bir rapor halinde çalışma grubuna sunmak olacaktı. İlk giden grup beş gün sonra geri döndü. Aynalar yerlerine takıldığı zaman, gökyüzüne ve toprağa dağılan ve hiçbir şeye faydası dokunmayan mutluluk pırıltıları aynalar vasıtasıyla yansıtılıp, diğer dört yanal yüzeyden yeryüzüne dağılan mutluluk pırıltılarına karışmasına sebep olunacak ve sonuç olarak da, canlıların mutluluktan aldıkları payın yüzde elli oranında artışı sağlandı. Serdar aynı günün akşamı şerefine düzenlenen törene katıldıktan sonra, ertesi gün çalışma grubuna başvurarak on altı gündür burada olduğunu ve burada kendisine gösterilen ilgiden çok memnun kaldığını fakat Umut Geçidi’nin girişinde dostları bulunduğunu, onları çok özlediğini ve onları daha fazla merakta bırakmamak için, gitmeye karar verdiğini söyledi. Ertesi gün Serdar ile Metin, yaşlı köylü ile vedalaştıktan sonra yola koyuldular. En kısa yoldan Bay Kemal’in evine varmayı hedefliyorlardı. Serdar ile Metin, Bay Kemal’in evinin yakınına geldiklerinde, Bay Kemal’i evin önünde yardımcısı Vedat’la beraber gezinirken gördüler. Belli ki, Bay Kemal mutluluk çiçeğinin saçmakta olduğu pırıltılardan payına düşeni almış, ayaklarına can gelmiş, yürümeye başlamıştı. Aradan bir saat geçmeden dördü birlikte yola çıktılar. Onları bu derece hızlı hareket etmeye zorlayan sebep neydi? Serdar olanı, biteni anlattıktan sonra bir an önce doğduğu şehre dönmek istediğini, oradaki arkadaşlarının ucuza çalıştırılmak üzere fabrikaya götürülme durumuyla karşı karşıya olduklarını söylemişti. Bu duruma karşı çıkacak, oradaki arkadaşlarının birer lokma halinde yutulmalarına izin vermeyecekti. Şehre geldiklerinde şehir meydanında hiç arkadaşı olmadığını gördüler. Serdar geç kaldığını anladı. Üzüntüsü sonsuzdu. Şaşkın bir halde etrafına bakınırken, meydanın kenarındaki evlerin arasından çıkıp “ Serdar..Serdar..” diye bağırarak kendisine doğru koşmakta olan bir arkadaşını gördü. Bu Murat’tı. Serdar da, ona doğru koşmaya başladı. Biraz sonra birbirlerine sıkıca sarıldılar. Fabrikanın yakınlarına geldiklerinde hava iyice kararmıştı. Fabrikanın dış kapısı kapalıydı. Arkadaşlarının isteksiz olduğunu gören Serdar fabrikanın duvarına tırmandı. Oradan bahçeye atladı. Bahçeyi kontrol ettikten sonra açık bir pencereden fabrikaya girdi. Fabrikanın yönetim odasında bulduğu belgelere göre, köle olarak çalıştırılmak üzere taş ocaklarına götürülmüşlerdi. Serdar bir süre bu acı durumun üzüntüsünü yüreğinde taşıdı. Zamanla üzüntüsü hafiflemeye başladı. Onlardan ilgi görmediği halde onları kurtarmak için çırpınıp durmuştu. Fakat angaryanın da bir sınırı vardı. Bir idealistin anlattıklarına inansın diye kimseye baskı yapmaya, zor kullanmaya hakkı yoktu. Tek yapacağı inandırmaya çalışmak olabilirdi. Şimdi yeni bir program hazırlaması gerekiyordu. Dünyadaki canlılara faydalı olabilmek amacını güdüyordu. Bunu gerçekleştirebilmek için, bir an bile olsa, heyecanını kaybetmeden, sadece kendine özgü bir biçimde çalışmalarına sonuna kadar devam etmeye kararlıydı. SON Yazan: Serdar Yıldırım — 1991 |
|
|
|
Serdar102 ![]() |
№: 269 Tarih: 2025-09-19 20:24 GMT
|
Members ![]() Mesaj: 101 Ülke: Turkiye ![]() |
SEVİMLİ SÜRÜNGEN GABON'UN MACERASI Gece yarısı oldu. İnsanoğlu yarım saat kadar aynayı yüzüme tuttuktan sonra yedi köfteleri yattı, uyudu. Bir köfte de bana verir mi diye boşuna bekledim. Belki yarın da aç kalırım, belki öbür gün de. Belki de, bu yılan acaba kaç gün açlığa dayanır diye bekleyecekler. İyisi mi ben bir an önce canımı dışarı atmanın yoluna bakayım. Yoksa burası bana mezar olacak. Yorulmadım desem yalan olur. Bir saattir bilmem kaç defa dikilip kafamla tos vuruyorum, cam fanusun üstündeki kapak kısmına. Cam kırılmaz cinsten bunu biliyorum da kapak dört köşesinden menteşeli. İşte benim amacım, bu menteşelerden hiç olmazsa ikisini söküp dışarı çıkmak. Birini söktüm ama hiç kuvvet kalmadı. Biraz dinlenip kuvvetimi topladıktan sonra diğer köşedeki menteşenin altına tos vurmaya başlayacağım. Başaracağım, buradan kaçıp kurtulmayı başaracağım. Neyse ki, sonunda bu menteşe de söküldü. Aralanan kapağın altından rahatça geçebilirim. İşte cam fanustan çıktım. Bir insan için burası karanlık ama ben gündüzmüş gibi rahatça görüyorum. Fanustan çıkınca yönümü şaşırdım. Şu üç kapının hangisi koridora açılan kapıydı acaba? Aman sende deneme-yanılma metoduyla ne büyük sorunlar çözülmüş. Dene-yanıl bu suretle deneyene o yanılmalar bile çok şey öğretir. Eğer denemezsem üç kapıdan hiçbirini açmamam gerekir, o zamanda bu salonda kalırım. Şu kapıyı açalım bakalım. Ohoo, bilim adamının odasıymış burası, yatağında uyuyor. Gidip ısırsam mı şunun ayağını acaba? Isırırım ısırmasına kolay da bir de ölür-mölür sonra bütün Afrika peşime düşer. Şimdi kapıyı sessizce kapatayım ve ikinci kapıyı açayım. Tamam, koridora açılan kapı buymuş. Çık koridora, kapıyı kapa, yürü dış kapıya. Dış kapıyı aç, etrafına bakın, kimse yoksa süzül dışarı, kapa dış kapıyı, işte orman şurası. Onlar beni çok ararlar içeride. Savulun, engerek yılan geliyor. Boyu 1.5 metre, gövdesinin genişliği 25 cm. olan bu Gabon engereğinin insan aklının sınırlarını zorlayan, akıllara durgunluk veren macerasını okumaya devam ediniz. Günlerdir hiçbir şey yemeyen Gabon haliyle çok acıkmıştı. Dışarı çıkar çıkmaz çatallı dilini dışarı çıkardı, yani koku alma organını. Bu organ, en küçük ısı kaynaklarını bile algılayabilir ve yerini belirleyebilirdi. Bu nedenle bütün sıcakkanlı hayvanların gizlendikleri yerleri bulabilir ve onları avlayabilirdi. Bu altıncı duyu özellikle gece avlanmaları sırasında çok yararlı oluyordu. İşte şimdi geceydi ve Gabon’un çatallı dili dışarıdaydı. Ormanda zik zaklar çizerek hırsla ilerleyen Gabon bir ısı kaynağı fark etmekte gecikmedi. Çalılar arasında, toprağın altında, girişi taşlarla ustaca kapatılmış fare yuvasına dalan Gabon korkudan taş kesilmiş büyüklü-küçüklü beş fareyi birkaç dakikada midesine indirdi. Baklavaları yutmuştu ama tam doymamıştı. Daha sonra birkaç kertenkele ve bir köstebek avlayan Gabon yediklerini sindirmek için kayalıklar arasında uygun bir yer bulup dinlenmeye çekildi. Aradan on beş gün geçti. Gabon yediklerini sindirmişti. Kayalıklar arasından çıkıp yeniden etkinlik göstermeye başladı. Gabon aniden kan kokusu algıladı. Kafasını kaldırdı, ileriye baktı. Bir sincabı düşe- kalka giderken gördü. Sincabın sırtındaki iki küçük delikten kan sızıyordu. Gabon onun zehirli bir yılan tarafından ısırıldığını anladı ama hangi yılan? Gabon biraz sonra bir şişen engereği sincabın izini sürerken gördü. Bu şişen engerekler avını sokup birkaç dakika bekledikten sonra avın bıraktığı izi sürmeye başlardı. İz sürmeyi çatallı diliyle gerçekleştiriyordu. Kafasını şişirmesinden dolayı ona şişen engerek deniyordu. Şişen engerek daha sonra sincabı yakalayıp yutacaktı. Orman zifiri karanlıktı ama Gabon her şeyi net olarak görüyordu. Bütün hayvanlar karanlıkta çok iyi görürlerdi. İnsanlar ise, bu yetenekten yoksundular ve bundan dolayı hayvanlar geceleri avlanmak için yuvalarından çıkardı, çünkü geceleri insanlar uyurdu. Bir kum boa yılanıyla karşılaşınca aniden durdu, Gabon. Saldırgan olmayan, aksine çok korkak olan bu yılan bakalım ne yapacaktı? Kum boa yılanı beklendiği gibi hızla geri dönüp az ilerideki bir çukurdan toprağın altına girdi ve gözden kayboldu. Kum boa yılanları, kumların ya da toprağın altında yaşar, yalnızca geceleri dışarı çıkardı. Daha çok kertenkelelerle beslenirdi. Boyları ender olarak 1 metreyi aşardı. Gabon daha sonra bulunduğu tepenin ağaçlı yamaçlarında şimşek gibi akan Coluber cinsi bir yılan gördü. En hızlı yılan türü olan ince, uzun kuyruklu, iri gözlü bu yılanın oraya buraya çarpmasına karşın, nasıl olup da parçalanmadığına bir kez daha şaşırdı. Giderken bazen takla atıyor, bazen de uçuyor gibi oluyordu bu yılan ve onun bu gidişini bir gören bir daha unutamazdı. Gabon daha sonraki günlerde durumuna çözüm yolu aramaya başladı. Gözlerindeki mercekleri çıkarma olanağından yoksundu, göz bebekleri yuvarlak görünüyordu ve zehirli yılanlarla ilişki kuramıyordu. “ Acaba zehirsiz yılanlar beni aralarına kabul ederler mi? “ Gabon zehirsiz yılanların şefi Duri’yi görür görmez tanıdı. Eğer onu kurtarırsam belki beni yardımcısı yapar diye düşündü. Zaten kara mambalardan oldum olası hoşlanmıyordu. Gabon akıl almaz bir işe girişti. Piton yılanları gibi gövdesinin üstünde yükselip başını yerden 50 santimetre kadar kaldırdı. Yaptığı akrabotik gösteri türüne girerdi. Diğer yandan tüm gövdesini zangır zangır titretiyordu. Duri Gabon’u bu halde görünce kenara çekildi. Şaşkınlıktan dili damağına yapışmıştı. Gözleri karardı, başı döndü ve oracıkta yığılıp kaldı. Kara mamba karşısındaki yılanın 5 santimetreye varan zehirli dişlerini hemen fark etti ama göz bebekleri yuvarlaktı. Yaratılış hatası olabilir miydi? Ayrıca bir orman ırmağı gibi kabarmış korkusuzca üstüne geliyordu. Kara mamba onunla kapışmayı doğru bulmadı. Kocaman ağzını sonuna kadar açarak ritmik hareketlerle santim santim gerilemeye başladı. Kara mamba az sonra kayalıklar arasında bulduğu bir yarıktan içeri girip gözden kayboldu. Gabon baygın durumdaki Duri’yi sırtladığı gibi zehirsiz yılanların yaşadığı bölgeye götürdü. Duri ayılınca olanları coşkulu bir şekilde anlattı ve bu güçlü, genç irisi yılanı yardımcısı yaptığını söyledi. Sevinç çığlıkları arasında Duri’nin önerisi kabul edildi. Sonunda Gabon amacına ulaşmış ve zehirsiz yılanlarla dost olmuştu. Günlerden bir gün, Duri önde, Gabon arkasında ve daha arkada yirmi tane zehirsiz yılan ormanda ilerlerken, Duri avcıların kurduğu bir tuzağa yakalandı. Duri nasılsa kurtarılamazdı. Zehirsiz yılanlar kaçtılar. Çok ısrar etti Duri, sen kaç kurtul diye ama Gabon kaçmadı. Tek söz etmeyip sessizce bekledi. Göz bebekleri incecik bir çizgi haline gelmişti. İki saat sonra tuzağı kontrole gelen avcılar Gabon’un zehirli dişlerini görünce gerilediler. Gabon onlardan birinin üstüne atılıp yakaladı ve Duri’yi tuzaktan kurtarmasını sağladı. Gabon avcıya bir zarar vermeden bıraktı. Avcı kaçarken Gabon gülümsedi. Yılanlar gülümsemezdi ama Gabon gülümsemişti. Hem bu ilk kez oluyordu. Daha sonra Duri şefliği Gabon’a bırakarak kenara çekildi. Gabon’un önü açılmıştı. Duri’ye defalarca anlatıp bir türlü kabul ettiremediği düşüncesini uygulamaya başladı. Duri’nin olmasını isteyip de, başarılması olanaksız dediği düşünceyi: Afrika’nın sadece zehirsiz yılanların yaşadığı bir kıta olması. Gabon işte bu amacını gerçekleştirmek istiyordu. Gabon dört bir yana haberciler yolladı. Pek çok zehirsiz yılan türü Gabon’un çağrısına uyarak geldi. Sayıları binleri, on binleri buldu. Fakat bir maymun Gabon’un gözlerindeki mercekleri çıkarınca Gabon rahatladı, huzursuzluğu kayboldu ve zehirsiz yılanları kaderleriyle baş başa bırakarak bölgeyi terk etti.
Çölde hayat kumun altındadır. Kum milyonlarca küçüklü – büyüklü canlı yaratığı yabancı gözlerden gizler. Bu yaratıklar yaşayabilmek için birbirlerini yerler. Gece olunca ortalık serinler ve bazıları kumun üstüne çıkar. Amaç hep aynıdır, açlık dürtüsünü yok etmek. Açlık dürtüsü, yemek eylemi gerçekleştirilince kendiliğinden ortadan kalkar. Dünyanın hangi bölgesinde olursa olsun bir yılan durup dururken insana saldırmaz. Eğer saldırırsa ya çok açtır ya da rahatsız edilmiştir. İster zehirli ister zehirsiz olsun yılanlar insanı görünce korkup kaçar. Akreplerde durum bambaşkadır. Akrepler hiç korkmadan insana sokulur. Çadır kurmuşsundur çadırına girer, evin vardır evine girer. Açlık dürtüsü değildir akrebi insana yaklaştıran. İnsan bedeni akrebin zehirini kolayca akıtabilmesine olanak sağlar. Akrep genellikle insanı sokar, zehirini akıtır ve kaçar. Büyük boyutlardaki çöl akrepleri hariç diğer akrepler soktuğu insandan bir ısırık bile almaz. Zehirini akıtması akrebi rahatlatır. Joker’le Gabon, Büyük Sahra Çölü’nün kumları altındaki testere pullu engereklerin yeraltı şehrine gelince ilk iş olarak başkan Jara’nın huzuruna çıktılar. Joker Gabon’u Jara’yla tanıştırdı. Jara Gabon’u şöyle bir göz ucuyla süzdükten sonra Joker’e dönerek: “ Koca Afrika Kıtası’nda bula bula bunu mu buldun? Sözde takviye kuvvet toplamaya gitmiştin. Bunun kendine faydası yok, bir de bizi akreplerden koruyacak. Tek başına ne yapabilir ki? “ deyince Joker, “ Efendim “ demek istedi, fakat Jara, “ Kes Joker, hani senin palavracı olmadığını bilmesem ikinizi de akreplere atardım. Yıkılın karşımdan “ diye bağırarak onları kovdu. Daha sonra yalnız kaldıklarında Gabon: “ Ya arkadaş, bu ne biçim başkan? Ben dünyanın yolunu teptim buraya gelmek için, size yardıma geldim. Hakaret gördüm. Başkan beni küçümsedi, bir dövmediği kaldı. Artık burada kalamam, hemen gidiyorum. “ Joker, Gabon’un önüne geçerek: “ Dur Gabon, sen başkanın sözlerini yanlış anladın. Başkan seni kızıştırmak için öyle konuştu. Aslında senin neler yapabileceğini çok iyi biliyor. Yoksa seni bulması için beni göndermezdi. “ Joker gece yarısı birkaç yüksek rütbeli komutanla birlikte saraya gelip başkan Jara’yı uykuda yakaladılar ve hapse attılar. Ertesi gün yeraltı şehrinde yaşayanlar Jara’nın alaşağı edilip, Gabon’un başkan olduğunu öğrendiler. Herkes, başkanlık sarayı önünde toplandı ve Gabon balkonda görününce yüzlerce yılan “ Kahrolsun Jara, yaşasın Gabon “ diye bağırdı. Gabon üç ay gibi sürede mükemmel bir ordu kurdu. Beş yüz testere pullu engerekten oluşan bu orduyla akreplerin üstüne yürüdü. İki ordu çölde karşı karşıya geldi. Önce başkanlar ileri çıktı. Akreplerin başkanı Dode: “ Gabon, adından söz edildiğini çok duydum. Büyük amaçlar peşinde koşarmışsın. Hani sen yüce duygulara hizmet ederdin. Şu arkandakiler, onlar korkaktır. Pöh desem hepsi kaçar. Bak şimdi: Pöhh…İnanmayacaksın ama hepsi kaçtı. Yalnız kaldın Gabon. Herhalde tek başına, ben bin akrebe bedelim diyemezsin. " Gabon akreplerin hücumunu karşılamak için pozisyon alırken göz ucuyla arkasına baktı. Ne Joker vardı, ne testere pullu engerek. Korkaklar kaçmıştı. Şimdi can pazarındaydı. Dev boyutlu bin akrebe karşı Gabon engereği? Fakat Dode, beklenmedik bir şekilde ordusunu geri çekti. Gabon’la yalnız kalınca Dode şöyle dedi: “ Bak Gabon, seni sevdim. Ben cesurları severim. Yalnız sen çok cesursun. İnan senin maceralarını dinleyerek büyüdüm. Dedem, babam hep seni anlatırlardı bana. Gabon gibi ol, derlerdi. Ben de Gabon gibi oldum, akreplere başkan oldum. Sana testere pullu engerekler neler anlattılar bilmem ama onlarla yıllardır bir çarpışmamız olmamıştı. Kim bilir akrepleri sana nasıl kötülediler? Aslında böyle durumlarda iki tarafı da dinlemek gerek. O öyle der bu böyle der yani ikisi de haklıdır, gel çık işin içinden. “ Gabon’un aniden bakışları değişti. Yüz hatları gerilmişti. Dode’nin onu sokmak üzere olduğunu son anda fark etti. Dode’nin beline güçlü kuyruğuyla sert bir darbe indirdi. Dode kumlara gömüldü. Gabon oradan hızla uzaklaşmaya başladı ama bir kum tepesinin üstüne çıkınca durdu. Karşıda sürüyle akrep vardı. Sağa baktı, sola baktı, geriye baktı. Devamlı olarak kumun altından akrep çıkıyordu. Tepenin çevresi kuşatılmıştı. Gabon kuma dalınca akrepler de kuma daldılar. Savaşın kumun altında olacağını sanıyorlardı. Gabon bir süre aşağı gidip sonra ileri gitti ve kumun üstüne çıktı. Tepenin yarısını inmişti. Görünürde akrep yoktu. Gabon çok uzaklara gidince peşinden seslenildiğini duydu. Geriye döndü. Joker geliyordu. Gabon Joker’e aldırmayıp yoluna devam etti ama Joker biraz sonra Gabon’a yetişti: “ Lütfen dur Gabon, beni dinle “ dedi Joker. Joker doğru söylüyordu, gerçekten de başında ceviz iriliğinde bir şiş vardı. Korkak olan arkadaşlarıydı, Joker ne yapsındı? Gabon ile Joker, bir süre daha konuştuktan sonra kardeşçe ayrıldılar. Gabon iki ay hep doğuya doğru yol alarak Mısır’a geldi. Mısır’da en çok dikkatini çeken şey, yılan güreşleri oldu. Nereye gitse bir kalabalık görüyor ve kalabalığa karışıp güreşen yılanları seyrediyordu. Galip gelen kim olursa olsun sonucu kura belirliyordu. Kurada kimin adı çıkarsa o galipti. Örneğin, bir gün Gabon sekiz metrelik bir boa yılanının karşısına bir metrelik engerek yılanının çıktığını gördü. Gabon’a göre, boa yılanı kesin galipti. Ama güreş başlar başlamaz engerek yılanı köşesine kaçmış ve kura sonucu engerek kazanmıştı. Gabon öylesine şaşırmıştı ki, hayretten donakalmıştı. Bu çok nadir görülen olayın dışında genellikle güreşler kıran kırana geçiyor ve dostça bitiyordu. Gabon daha sonra Sina Çölü’nden geçerek Filistin’e, Suriye’ye ve oradan da Anadolu’ya geldi. Gabon, Hatay Amanos Dağları’nda tanıştığı bir tilki ile birlikte, Adana üzerinden Konya Ovası’na geldiler. Tuz Gölü’nün yakınından geçerken, Gabon tilkiye sanki bilmezmiş gibi sordu: “ Ne olmuş, buralara kar mı yağmış? “ Yol üstündeki Uludağ’a uğrayıp orada on beş gün kalan Gabon ile tilki, daha sonra Çanakkale’ye gittiler. Ayrılık vakti gelip çatmıştı. Onlar, deniz kıyısına oturup uzun uzadıya konuştular. Pek çok konuda fikir birliğine vardılar. İçinden çıkamadıkları bazı konular da vardı. Bunlardan belki en önemlisi: Sabah oluyor, akşam oluyor; günler geçiyor, aylar geçiyor yani zaman geçiyor. Zamanın geçmesinin, akıp gitmesinin sebebi ne? Bu sorunun cevabı nedense yüzde yüz doğru olarak açıklanamıyordu. Gabon tilkinin adını bilmiyordu. Sormak aklına gelmemiş, tilki de, adım şu dememişti. Oysa bilmesi gerekliydi. Gabon sordu: “ Ya tilki, iki aydır birlikteyiz. Bana çok yardım ettin. Sağ olasın. Seni hiç unutmayacağım. Adını demedin bana. “ Tilki, kurnaz gülümsedi: “ Ben durumun farkındaydım ama sormanı bekledim. Sormasan söylemeyecektim. Hatıranda benim adım eksik kalacaktı. Esrarengiz durumları yani. Adım Sıma’dır. “ Gabon’u aylar sonra nisan ayının ilk günlerinde Belgrat yakınlarında görüyoruz. O, uzun kış boyunca yılmadan, usanmadan santim santim ilerleyerek nihayet Belgrat’a ulaştı. Akdeniz’i şöyle bir dolaşmak düşüncesi, onu buralara kadar getirmişti. Gabon, Belgrat civarında bir yıl kaldı. Oralarda gezdi, dolaştı. Kendine pek çok arkadaş edindi. Bunların içinde Gabon’un hiçbir zaman unutamayacağı biri vardı ki, akıl ve mantık bakımından üstün derecelere ulaşmıştı. Bu, bir kartaldı. Kartal Roni. Avrupa kartallarının kralı Roni. Roni’ye göre: Dünya bilmeceden ibaretti. Neyin ne olduğu tam olarak bilinmiyordu. Sen söylenen ve yazılana körü körüne inanıyorsan mutlak doğru arayışı içine giremezdin. Bir bilinmezlik içinde kaybolur giderdin. Sen seni bilmezdin, seni kimse bilmezdi. Senden kimsenin haberi olmazdı, senin pek bir şeyden haberin olmazdı. Ben beni bilmek istiyorum, herkes beni bilsin istiyorum, benden herkesin haberi olsun, benim her şeyden haberim olsun diyorsan, önce söylenen ve yazılanı öğrenirsin. Bu bilgileri beyninde harmanlarsın. Özgün bilgi elde edersin. O zaman mutlak doğruyu aramana gerek kalmaz çünkü mutlak doğru gelir seni bulur. Gabon, Belgrat’tan ayrıldıktan sonra, Orta Avrupa üzerinden uzun yollar kat ederek İspanya’ya geldi. Ekim ayında Avrupa’nın özellikle dağlık kesimleri karlar altındayken, İspanya’da güneşli ve sıcak bir hava hüküm sürüyordu. Gabon, yedi ay süren İspanya gezisinden sonra, Cebelitarık Boğazı’nı yüzerek geçip, Fas kıyılarından Afrika’ya çıktı. Büyük Sahra Çölü’ne uzak kalarak, Atlas Okyanusu kıyılarını takip etti ve sonunda ülkesine (Gabon’a ) vardı. SON |
|
|
|
Serdar102 ![]() |
№: 270 Tarih: 2025-09-19 20:27 GMT
|
Members ![]() Mesaj: 101 Ülke: Turkiye ![]() |
Yekta GÖLGESİYLE YARIŞAN TAY Diğer yarışmacı atlar ise, Fırtına, Ak kız, Pençe, Sürpriz, Zorlu, Tavşan ve Yekta idi. Yekta, böyle bir yarışa ilk defa katılıyordu, oldukça heyecanlıydı. Gerçi yetiştirildiği yarış atı çiftliğinde çok iyi hazırlanmıştı, fakat genç ve tecrübesiz oluşu onu korkutuyordu. Ya birinci olamazsa?.. Böyle bir şeyi düşünmek bile istemiyordu. O zaman, sıradan bir yarış atı durumuna düşecek ve belki bu durum hep böyle sürüp gidecekti. Bin bir çeşit yarış hilelerinin yapıldığı, düzenin ve entrikanın bol olduğu bu yarışlarda birinci olmak sadece süratli olmak ve dayanıklılık demek değildi. Mesela, bazı yarışlarda Tavşan tavşanlık yapardı. Yarış başlar başlamaz öne geçer, temposunu gittikçe arttırır, atları yorar ve yarışı bırakırdı. Son düzlükte Kara Bomba yaptığı bir atakla birinciliği kazanırdı. Pençe isimli yarış atı Kara Bomba’nın diğer yardımcısıydı. Yarış sürerken form durumu yüksek olan atları kollar, onlara çarpar, önlerine geçip hızlarını azaltır ve Kara Bomba’nın yarışı kazanmasını sağlardı. Atlar, düzenli olarak başlama yerinde sıralandılar. Start için tabanca sesi duyulur duyulmaz, sekiz tane güçlü yarış atı ileri atıldılar. Çıkışı çok kuvvetli olan Tavşan hemen öne geçti. Yekta tüm çabasına karşılık ikinci sırada kalmıştı.” Tüh be, Tavşan’ı kaçırdım!..Bu Tavşan’ı zaten son düzlüğe kadar kimse geçemezmiş. Yarışın ortasına gelmeden onu mutlaka geçmeliyim. Haydi Yekta, daha hızlı, daha hızlı…” 1500 startı geçildiğinde Tavşan ikinci durumdaki Yekta’nın üç boy kadar önündeydi. “ Bomba nerelerde ki, dönüp bakmalı. Tavşan bu süratiyle yarışı tamamlayamaz. Vay, Bomba hemen arkamdaymış! Ne oluyor ya, ne dümen çeviriyor bunlar? Son düzlüğe kadar orta sıralarda saklanırmış bu. Benden huylandılar muhakkak. “ Yarışın ortası: 1000 startı geçilirken, Tavşan isimli yarış atı aniden koşu pistinin kenarına çıktı ve yarışı bıraktı. Yekta süratle onun yanından geçti ve birinci duruma yükseldi. Fakat yarışın bitmesine 1000 metre vardı ve Kara Bomba, Yekta ile arasındaki farkı gitgide kapatmaktaydı. Son düzlüğe ( son 500 metre ) Yekta ile Kara Bomba başa baş girdiler. Nefesleri kesen bir mücadeleden sonra bitişe 100 metre kala başlayan Yekta’nın öldürücü deparları yarışı iki boy farkla kazanmasını sağladı. Yekta mutluydu artık çünkü ilk yarışını zor da olsa birinci olarak bitirmeyi başarmıştı. Yekta, Kara Bomba ve ekibiyle birçok defalar daha yarıştı. Girdiği her yarışta birinci oldu. Artık bu şehir ona dar gelmeye başlamıştı. Dışa açılmalı, adını daha geniş çevrelere duyurmalı ve daha büyük yarışlar kazanmalıydı. Nitekim girdiği bölge birinciliği koşusunu da kazanınca, bir ay sonra yapılacak olan ülke şampiyonluğu yarışına katılmak için antrenmanlarını daha da sıklaştırdı. Hazırlandığı yarış atı çiftliğinde birçok yarış atı Yekta’ya değişik zamanlarda katıldıkları yarışmaları anlattılar. Yekta, onları büyük bir dikkatle dinledi. Görgüsünü, bilgisini arttırdı. Yekta’ya göre, bilmenin, öğrenmenin sonu yoktu. Her yeni bilgi yeni bir şeyler öğretirdi. Önemli olan öğrendiklerine kendi düşüncelerinden yeni fikirler katarak “ özgün bilgi “ elde edebilmekti. Doğru düşünebilmek ancak kendini çok iyi tanımakla mümkün olabilirdi. Bu da kişisel erdem için gerekli olan “ oto kontrol “ yani kendi kendini kontrol etme yeteneğini sağlardı. Oto kontrol yeteneğinin düzenli olması, mükemmellik sınırlarını zorlardı. Günler günleri kovaladı. Her geçen gün Yekta’nın gücüne güç katıyordu. Gittikçe daha süratli koşmaya ve mesafeleri daha kısa zamanda aşmaya başlamıştı. Büyük yarışa yedi gün kalmıştı. Öğleden sonra özel olarak hazırlanmış kamyona Yekta’yı bindirdiler. Kamyon, biraz sonra ülkenin en büyük şehrine gitmek üzere yola çıktı. Yolun yarısı geçilmişti ki, kamyon büyük bir gürültüyle yol kenarındaki hendeğe yuvarlandı. Sonra derin bir sessizlik. Yekta’ya şans eseri bir şey olmamıştı. Kapısının açılmasını bekledi. Gelen giden yoktu. Uzun bir süre uğraştıktan sonra kapının kilidini kırmayı başardı. Korkuyla dışarı fırladı. Yola çıktı. Çok uzaklarda tek tük ışıklar görünür gibi oluyordu. Yarışın yapılacağı yer oralarda olmalıydı. Kamyon olmasa da olurdu. Kendi başıma da olsam oraya varabilirim, diye düşündü. Koşmaya başladı. Koştu…Koştu… Aradan bir saatten fazla zaman geçti. Hava kararmaya,Yekta, şaşırmaya başladı. Ne oluyordu? Neden ortalık hep aydınlık kalmıyordu? Karanlık kadar anlamsız şey var mıydı? Şaşırmakta haklıydı. Gündüzleri açık havada antrenman yapar, hava kararmadan içeriye girerdi. İçerde de ışıklar gece gündüz yanardı. O, şimdiye kadar karanlıkta hiç kalmamıştı. Yekta ay ışığı altında, yavaş bir tempo tutturmuş olarak kilometrelerce koştuktan sonra birden ürperdi. Sol tarafında bir karartı vardı ve kendisini geçmeye çalışıyordu. Hızla başını çevirdi. Bir at !.. Yekta: “ Kim ola ki? Nereden çıktı birdenbire? Neyse kim olduğu beni ilgilendirmez. Önemli olan beni geçmek üzere olması.İşte buna izin vermem!..Şimdiye kadar kimse bana toz yutturamadı. Tempoyu biraz arttırayım, bakalım ne yapacak? “ diye düşündü. Yekta’nın gölgesini geçmek için verdiği uğraş bütün bir gece boyu devam etti. Sabaha karşı karanlık yerini aydınlığa bırakırken Yekta’nın gölgesi silinip gitti. Bir aralık, kafasını sol tarafına çeviren Yekta onu göremedi. Sağına baktı, yine yok. Arkasına baktı, gerilere daha gerilere baktı. Rakibinin olağanüstü tempoya ayak uyduramayıp yarışı bıraktığını zannetti. Hızını yavaş yavaş azalttı. Yekta hafif bir tempo ile koşmaya bir saat kadar daha devam etti. Yarışın yapılacağı şehrin işte ilk evleri gözükmeye başlamıştı. Yekta yolda rastladığı bir sütçü beygirine at yarışlarının yapılacağı hipodromun nerede olduğunu sordu. Tarif edildiği üzere yoluna devam etti. Göğsü gururla kabarmış olarak, başı dimdik vaziyette, şehrin ana caddesinden geçerken arabalar durmuştu ve yol kenarındaki insanlar gazetelerde, dergilerde birçok defalar resmini gördükleri, hakkında yazılan yazıları okudukları bu şahane tayı çılgınca alkışlıyorlardı. Hipodromun kapısının açık olmasından yararlanan Yekta, içeriye girdi. Biraz sonra koşu pistine çıkmıştı. Altı gün sonraki ülke birinciliği koşusu burada yapılacaktı. Ağır adımlarla koşu pistinde tur atan Yekta o yarışta birinci olmayı düşünüyordu mutlaka. Yekta’yı getiren kamyonun devrildiğini haber alan sahibi olay yerine gelmişti. Sürücü ile seyis yaralı olarak hastaneye kaldırıldılar. Yekta’nın sahibi sabah olunca Yekta’yı aramaya koyuldu ve onun hipodroma geldiğini haber alınca oraya gitti. Hipodromun kapısından içeriye giren Yekta’nın sahibi Yekta’yı koşu pistinde ağır adımlarla koşarken görünce “ Yekta… Yekta…”diye bağırarak piste fırladı. Hızla koşarak Yekta’ya yetişti ve onun boynuna sarıldı. Yekta neden sonra durumun farkına vardı. Sahibi onu bu yabancı şehirde aramış ve bulmuştu. Yekta’nın sahibi Yekta’yı bir arkadaşının yarış atı çiftliğine götürdü. Yorgun durumdaki Yekta o günü ve ertesi günü dinlenerek geçirdi. Daha sonra koşu antrenmanlarına başlayan Yekta üç gün içinde eskisinden daha iyi bir form tuttu. Artık hazırdı ve birincilik için en şanslı kendisini görüyordu. Yekta yarış günü kasırga gibi esti. Daha ilk metrelerde yaptığı korkunç atakla öne geçti. Çılgın gibi koşuyordu. Türkiye’nin en iyi yarış atları onun sürati karşısında çaresiz kalmışlardı. Açık farkla ve rekor bir dereceyle yarışı birinci olarak bitirdi. Bu birincilik onun pratik ile teoriyi en iyi şekilde birleştirmesiyle oluşmuştu. Sonuç olarak, mükemmele ulaşmış ve geçilmez ünvanına sahip olmuştu. Türkiye Şampiyonu olan Yekta doğup büyüdüğü yarış atı çiftliğine geri dönünce coşkulu bir şekilde karşılandı. Çiftlikteki yarış atları bahçedeki televizyondan yarışı izlemişler ve Yekta’nın birinciliğine çok sevinmişlerdi. Yekta birkaç ay sonra özel uçakla İngiltere’ye götürüldü. Yakında Avrupa şampiyonası vardı ve Yekta bu yarışta Türkiye’yi temsil edecekti. Yekta sıkı bir antrenman programına alındı. Yaptığı her antrenman onun derecesini giderek geliştirmesine ve daha hızlı koşmasına yol açıyordu. Şampiyonaya birkaç gün kala Yekta’nın Avrupa rekorunu zorlar hale gelmesi sahibini sevindirmişti. Ama Yekta’nın durumuna sevinmeyenler de vardı. Tribünlerde Yekta’yı dişlerini gıcırdatarak seyreden birkaç kişi onun ölüm fermanını imzalıyordu: “ Yekta, Yekta dedik aldık başımıza belayı. Yarış atı değil sanki fırtına. Yaptığı şu dereceye bak. Son adımını biraz çabuk atsa Avrupa rekoru olacak. “ “ Ne demezsin. Bu sadece bir antrenman koşusu. Yalnız koşuyor, kendisini zorlayan rakibi yok. Esas yarış olsa kesinlikle geçilmez. Şu anda Avrupa’daki en iyi yarış atı Yekta. “ Gecenin ilerleyen vakitlerinde Yekta bir iç sıkıntısı yaşıyordu. Huzursuzdu. Huzursuz olması, onun uyumasını engelliyordu. Derinden gelen ayak sesleri duydu. Bu saatlerde bakıcılar ahıra girmezdi. Yoksa gelenler yabancı mıydı? Amaçları ne olabilirdi? Yekta yine de aklına kötü şeyler getirmedi. Bekledi. Biraz sonra ellerinde sopalarla, iğnelerle üç kişi karşısına dikilince ürperdi. Korktu. Zalim adamlar, aniden harekete geçerek bütün suçu iyi bir yarış atı olmak olan Yekta’ya sopalarla acımadan vurmaya başladılar. Canı yanan Yekta birkaç adım gerileyince arkası duvara dayandı. Adamlar, Yekta’nın üstüne çullanınca sert tepkiyle karşılaştılar. Yekta şaha kalkarak güçlü ön ayaklarını adamlardan birinin kafasına indirdi. Adam, boş çuval gibi yere düştü. Yekta geri dönerek arka ayaklarını savurdu. Darbe hedefini bulmadı ama iki adam niyet bozarak yerde yatan arkadaşlarını sırtlayıp olay yerinden uzaklaştılar. Yekta daha sonra yerdeki sopaları ve iğneleri bir torbaya koyup çöpe attı. Olanların kimse tarafından bilinmesini istemiyordu. Kötülükler yayılmamalıydı. Dünyada kötülükler iyiliklerden daha çoktu. Kötülük yapmak kolaydı, zor olan iyilikti. Yekta şimdi zoru başarmıştı. Adamlar kaçmıştı. Belki bir daha kimseye kötülük yapmazlardı. Tekme yiyen adam yaşıyor muydu? Bunu bilemezdi. Adam yaşasa bile insanlar Yekta’yı kısa bir süre de olsa gözetim altına alırlardı. Bir, iki gün antrenman yapmamak, Yekta’nın Avrupa şampiyonu olamaması demekti. Bu durum Yekta’yı psikolojik olarak çökertirdi. Geride ondan birincilik bekleyen koskoca bir ülke vardı. Milyonlarca insanın hayali gerçek olmazdı. Yarış atı çiftliğinde arkadaşları vardı. Kendisine fikir bakımından büyük destek olan can arkadaşları. Ülke şampiyonluğu ödülü gibi, Avrupa şampiyonluğu ödülünü de arkadaşlarına verecekti. Güzelim altın kupalar iki tane olacaktı. Avrupa şampiyonasında Yekta taktik gereği ilk 300 metreyi orta sıralarda geçti. Yavaş yavaş temposunu artıran Yekta 1000 metre geçilirken az bir farkla öndeydi. Son 500 metreye dört at yan yana girdi. Yarışın bitmesine 50 metre kala bir aralık dördüncü duruma düşmesine karşın, hınçla ileri atılarak ciğerlerini parçalarcasına gayret gösterdi ve yarışı kazandı. Yekta, Avrupa Şampiyonu olmuştu. Yekta, ülkesinde coşkulu bir şekilde karşılandı. Gazete, radyo ve televizyon haberlerinde hep Yekta vardı. Avrupa’daki yayın kuruluşları da Yekta’dan bahsediyordu. Aylar sonra Yekta’yı Amerika’da görüyoruz. O. New York’ta yapılacak Dünya Şampiyonası için buraya getirilmişti. Otoriteler tarafından birinci olmasına kesin gözüyle bakılan Yekta, ne yazık ki, Avustralya şampiyonuna geçildi ve ikinci oldu. Ödül töreninde dünya ikincisi Yekta gümüş madalya boynuna takılırken neşeliydi. Kolay değildi, bir yıldır pek çok yarış kazanmış, hep birinci olmuş, hiç geçilmemişti. Dünyanın en hızlı koşan ikinci yarış atı olmak nice yarış atının hayallerinin ötesindeydi. Gerçi dünya ikinciliği imkânsız değildi ama çok zordu. Yekta bu çok zoru başarmıştı. Birkaç gün sonra Yekta’yı sıkıntı basmaya başladı. Geçen günler ona başarısını benimsetiyor, birinci olamamanın verdiği üzüntüyü artırıyordu. Giderek artan üzüntüye dayanamayan Yekta, New York’taki yarış atı çiftliğinden kaçarak Appalaş Dağları’na gitti. Yekta, Appalaş Dağları’nda gezerken ilerdeki çimenlikte otlayan vahşi atlar gördü. Bunlar Mustang atlarıydı. Aradan bir saatten fazla zaman geçmişti. Başkan Gera, on kilometre ilerdeki çamlığa gidileceğini söyleyip, haydi, dedi ve koşmaya başladı. Yekta’nın katılmasıyla sayısı yirmiye ulaşan at sürüsü hızla yol alıyordu. Mustang atlarında en güçlü olan ve en hızlı koşan sürüye başkan olurdu. Orta sıralarda koşsun, sürüye başkan olsun? Böyle şey olmazdı. Sürü başı geçildi mi, başkanlığı kaybederdi. Şimdi Gera farklı şekilde önde koşuyordu. Diğer atlar Gera’ya yetişmek için çaba sarf ediyorlardı. Yekta ise, hep son sıralarda koştu. Çamlığa varıldığında sadece iki atı geçmişti, yani Yekta 18. olmuştu. Yekta bunu kabullenmek istemedi. O, bir yarış atıydı ve kum veya çim pistte koşmaya alışkındı. Başkan Gera, on kilometre ilerdeki çamlığa gidiyoruz deyip fırlamış, diğer atlar da, onun peşine takılmıştı. En son koşmaya başlayan ise, ne oluyor, ne çamlığı diye düşünmesine bile fırsat kalmayan Yekta’ydı. Gerçi çim üstünde de uzun süre koşmuşlardı ama sonra taşlık bir araziden geçmişler, daha sonra çalılık ve ağaçlık bir yerde koşmak zorunda kalmışlardı. Mustanglar, daha önce defalarca gidip geldikleri bu yolu ezberlemişlerdi. Taşlıkta koşarken nereye basılması gerektiğini, çalılıktan, ağaçlıktan geçerken hangi yolun kestirme olduğunu biliyorlardı. Yekta bu sebeplerden dolayı her kilometrede bir adım gerilese on kilometrede on adım gerileyeceğini düşündü. Zaten Gera ile arasındaki fark işte o kadardı. Yekta, bir daha yarış pistlerine dönmedi. Hep dağlarda Mustanglar arasında kaldı. Geçen zaman genç Yekta’nın gücüne güç kattı ve Gera bir gün Yekta tarafından geçildi. Mustanglara başkan olan Yekta uzun yıllar başkan kaldı. Yekta’nın başkanlığında Mustanglar aralarında iyi bir dostluk ortamı sağlamışlardı. Yekta, Mustang atları ve eski başkan Gera tarafından sorgulanıyor ve kendisine buraya gelmezden önceki hayatı hakkında çeşitli sorular soruluyordu. Bugün bir cümle, yarın üç cümle derken, birkaç ay sonra Mustanglar arasında Yekta’nın hayat hikâyesini öğrenmeyen kalmamıştı. Bu arada grupta bulunan genç bir dişi at, Yekta’ya özel ilgi duyuyor ve her anını Yekta ile paylaşmak istiyordu. Yekta da bu ata karşı ilgisiz kalmamıştı. Baharın gelmesiyle birlikte yeni doğan altı tay gruba katılmıştı. Bunlardan biri, Yekta’nın oğluydu. Günler günleri, haftalar haftaları kovaladıkça, Yekta’nın dikkatini bir şey çekmeye başlamıştı. Tayların aralarında yaptıkları koşularda oğlunun önde olmasını ve aradan zaman geçtikçe diğer taylarla arasındaki farkı arttırmasını gözlemliyordu. Oğlu bu işi severse, emin ellerde uzun süreli bir yetiştirilme evresinden sonra katılacağı yarışmalarda birincilikler alırsa, Türkiye ve Avrupa şampiyonluğu yarışlarını kazanırsa, dünya şampiyonluğu yarışına katılır ve benim başaramadığımı başarır dünya şampiyonu olursa, sıkıntılar bir andan biterdi. Yakışırdı, Rüzgâr’a dünya şampiyonluğu yakışırdı. Bir yaz sabahı Yekta, Rüzgâr ve Mustang atları ile birlikte yola çıktı. Hedefleri, Yekta’nın sahibinin Amerika’daki arkadaşının yarış atı çiftliğiydi. Oradaki insanlar, Rüzgâr’ın fuleli koşularını görünce mutlaka ilgilenirler ve sistemli bir çalışmadan sonra yarışlara katılmasını sağlarlardı. Başarı geldikçe ilgi artar ve zirve düşünülürdü. Çiftliği vardıklarında Yekta, sahibi tarafından gözyaşları içinde karşılandı. Yekta’nın sahibi, Yekta’yı, dağlardan gelen at grubunda çok uzaklardan fark etmiş ve onlar daha çiftliğe varmadan koşarak yanlarına gitmiş ve Yekta’nın boynuna sarılmıştı. Sonraki günlerde Mustang atları bahçedeki büyük ekranda, videodan Yekta’nın yarışlarını baştan sona izlediler. Hele o dünya şampiyonluğu yarışı: Yarış süresince Mustang atları ve Gera, tüm güçleriyle, haydi Yekta, haydi Yekta diye bağırmışlar ve yarış bitince Gera, bravo sana diyerek Yekta’yı alnından öpmüştü. “ Sen bizim gönüllerimizin şampiyonusun Yekta. Sana bu yarış sonrasında bir kez daha hayran oldum. “ demişti. Ertesi gün sabahın ilk ışıklarıyla birlikte yarış atı çiftliğinin sınırları dışına çıkan Yekta ile Kara Bomba, en derin yeri bir karış olan derede ilerlemeye başladı. Bu ilerleme enine değil boyunaydı. Derenin akış istikametinin ters yönüne doğru gidiyorlardı. Kara Bomba’nın son sözleri üzerine Yekta aniden durdu. Kara Bomba da Yekta’dan iki adım ileride durdu. Kara Bomba geriye döndü. Yekta sordu: “ Dur bakalım, Kara Bomba! Sen ne demek istiyorsun? Ne söylemek istiyorsun? Çıkar ağzındaki samanı. “ Kara Bomba’nın uzunca konuşmasının ardından söz sırası Yekta’ya geldi: “ Bana vermek istediğin mesajı aldım. Avrupa’dan gelen arkadaşlarla da konuşalım. Sen Avrupa üçüncüsü olmuştun. Birinci, ikinci kimler olmuştu? “ Ertesi yıl önce Türkiye sonra Avrupa şampiyonu olan Rüzgar dünya şampiyonluğu yarışında Avustralyalıyı geçti ve birinci oldu. Sonraki yıllarda Rüzgar arka arkaya dünya şampiyonu olarak Türk'ün gücünü dünyaya duyurdu. Bu zaman süresince Yekta Amerika'da kaldı. Dağlarda Mustanglar arasındaydı. Ara sıra düze inip yarış atı çiftliğine geldi ve bahçedeki dev ekrandan Rüzgar'ın yarışlarını izledi. Oğlu birinci oldukça kendi kazanmışcasından bin kat fazla sevindi. SON Yazan: Serdar Yıldırım BU HİKAYENİN BULUNDUĞU KİTAPLAR: İnternetten bulup alıyorlar. İşin parasal yönü yoktur. Benim amacım, okuyucuya güzel hikayeler sunmaktır. |
|
|
|
Serdar102 ![]() |
№: 271 Tarih: 2025-09-19 20:30 GMT
|
Members ![]() Mesaj: 101 Ülke: Turkiye ![]() |
OT YİYEN KAPLAN Genç kaplan kafesinde, demir parmaklıklar ardında, sinirli ve hızlı adımlarla gidip geliyordu. Nedense bugün yüreğini sanki dikenli tel halatıyla sıkıyorlardı. Bu kafese kapatıldığından beri güneş birçok kereler doğup batmıştı. Bir aylık ya vardı ya yoktu. Ormanda gezintiye çıktığı gün avcılar yakalayıp bu hayvanat bahçesine satmışlardı. Daha o zamanlar boyu irice bir kedi boyu kadardı. Zamanla gelişip güçlendi. Kafesi dar değildi, ama o burada yaşamak istemiyordu. Özgür olmak, adını bile unutmaya başladığı, hayali gözlerinin önünden gitmeyen ormana kavuşmak, hayatına kendisi yön vermek istiyordu. İnsanlar akın akın geliyorlar, kafesin önünde durup dakikalarca, hayranlık dolu bakışlarla kendisini seyrediyorlardı. O akşamüstü ziyaretçilerin azaldığı zamanda bakıcı kafesi temizleyip, yıkadı. Akşam yemeği olarak yarım koyunu kafesin içine bıraktı. Kapıyı kilitledi, gitti. Bakıcısı kapıyı kilitleyip giderken, genç kaplanın beyninde bir şimşek çaktı. Kilidin yuvasına oturuşu ve anahtarın çevrilirken çıkardığı ses alışılmışın dışındaydı. Oldukça hassas kulakları onu yanıltmıyorsa, kapı tam olarak kilitlenmemişti. Kafese bırakılan eti yedikten sonra, her zamanki voltalarına başladı. Ziyaretçiler tekrar çoğalmaya başladılar. İnsanlar, akşam yemeklerini yemişler, eğlenmek, dinlenmek için parklara, bahçelere gidiyorlardı. Genç kaplanın yüreğini saran sıkıntı gitmiş, gitmiş, kilidin anahtar deliğinde sıkışmış kalmıştı. Gece yarısı, biraz da şansı yardım ederse, kafesten kaçıp ormanına, özgürlüğüne koşmayı deneyecekti. Hava iyice kararmış, vakit gece yarısını geçeli çok olmuştu. Görünürde kimseler yoktu. Genç kaplan güçlü pençeleriyle kapıya hızla asıldı. Tam olarak kilitlenmemiş kapı açılıverdi. Kafesten süratle dışarı fırladı. Sağ yola saptı. Bu yol ilerideki ağaçlıkta son buluyordu. Kafeste gidip gelmek, dışarıda koşmaya benzemiyordu. Oldukça yorulmuştu. Durup dinlendikten sonra hayvanat bahçesi duvarından atladı. Ormana doğru koşarak karanlıklarda kayboldu. Genç kaplan dağlar, tepeler aştı, soğuk sulardan içti. Üç gün üç gece sonra, sabah güneş doğarken, daha çok küçükken yakalanıp götürüldüğü büyük ormana vardı. Özgürdü artık, içi içine sığmıyordu. Neşeli neşeli yürürken karnının acıktığını hissetti. Kaçtığından beri heyecandan üç gündür bir şey yememişti. Sadece su içmişti. Kafeste sabah akşam bakıcısı et getirirdi. Avcılar yakalamadan önce annesi beslerdi. Fakat bu uçsuz bucaksız ormanda yaşam çok farklıydı. Şimdi ne annesi vardı, ne bakıcısı vardı. Kafesten kaçmadan önce düşünemediği bir şeydi bu: Ne ile karnını doyuracaktı? Böyle düşünüp yürürken, ilerideki otlukta bir geyik gördü. Geyik, arada sırada etrafına bakınıp tekrar ot yemeğe başlıyordu. Geyik, aniden koşmaya başladı. Aynı anda yan taraftaki çalılıktan iki kaplan fırladı. Biraz sonra geyiğin önüne iki kaplan daha çıkınca geyik dört yandan sarılmıştı. Belli kaplanlar geyiği yakalamak için tuzak kurmuşlardı. En iyi savunma hücumdu. Cesur geyik, son bir gayretle ileri atıldı. Kendisine en yakın kaplana sivri boynuzlarıyla müthiş bir kesme vurdu. Kaplan sırtüstü yere yuvarlandı. hafif yana döndü. Önündeki ikinci kaplana da aynı şekilde vurmak istedi. Fakat tutturamadı. Peşinden gelen diğer kaplanlar da yetişmişti. Geyik, ne kadar kuvvetli olursa olsun, üç tane kaplanla baş etmesi olanaksızdı. Kaplanlar, güçlü pençeleriyle vurarak geyiği yere yuvarladılar ve yediler. Daha sonra çekilip gittiler. Genç kaplan, olduğu yerde donmuş kalmıştı. İnanılmaz gözlerle bakıyordu. Gördüğü bir vahşetti. Fakat orman kanunları böyleydi. Zayıf daha kuvvetliye yem oluyordu.“ Demek ki ” dedi, “ kaplanlar böyle karınlarını doyuruyorlarmış. Ben de kaplan olduğuma göre benim de canlıları avlayıp yemem lazım. Ben karnımı doyurmak için diğer hayvanları öldüremem. Kimse beni öldürmeye alıştırmadı. Öldürmeyi bilmiyorum ve öldürmenin gerekliliğine inanmıyorum. Geyik ot yiyerek besleniyordu. Gücü kuvveti yerindeydi. Ot yiyen hayvanlar güçlü oluyormuş. Başka çarem yok, ya aç kalacağım ya da ot yiyeceğim. Varsın “ kaplan ot yer mi “ varsın “ ot yiyen kaplan olur mu “ desinler. Aradan bir ay geçti. Ot yiyen kaplan ormanda aradığı huzuru bir türlü bulamadı. Kaplanlar onu aralarına kabul etmişlerdi, ama ormandaki yaşam ot yiyen kaplana ters geliyordu. Neden geyik, karaca, tavşan gördüklerinde aniden saldırganlaşıyorlardı. Onlar öldürmek için programlanmışlardı, yaşamak için öldürmek zorundaydılar. Bu tarafta bir kaplan ot yiyerek yaşıyordu, bunu da düşünmek lazımdı. Ot yiyen kaplan bir gün ormanda gezerken karşısına bir tavşan çıktı. Tavşanın kendisini görüp de kaçmamasına şaşırdı. Hayret, tavşan üstüne doğru geliyordu. Kenara çekilmek istedi, çekilemedi. Ayakları tutulmuştu. Tavşan, ot yiyen kaplana çarpıp sırtüstü düştü. Daha sonra yattığı yerden doğrulup onun yüzünü elledi, yanaklarını okşadı. “ Sen ot yiyen kaplan mısın? “ diye sordu. Ot yiyen kaplan gık diyemedi. Dili damağına yapışmıştı. Ertesi gün kör tavşanı yuvasında ölü olarak bulan ot yiyen kaplan gözyaşlarını tutamadı. Şimdiye kadar kör tavşana dokunmayan kaplanlar onu ot yiyen kaplanın sırtında giderken görünce kıskanmışlar ve öldürmüşlerdi. Ot yiyen kaplanın yüreği nefretle doldu. Bu kadarı da fazlaydı artık. Ne istemişlerdi garip bir tavşandan. Son sürat koşarak kaplanların arasına dalan ot yiyen kaplan otuzdan fazla kaplana rest çekti. “ Kör tavşanı öldürmek kolay, sıkıysa gelin beni de öldürün. “ Kaplanların beklediği buydu zaten. Ot yiyen kaplanı çileden çıkarıp üstlerine saldırtacaklar sonra parça parça edeceklerdi. Evdeki hesap her zaman çarşıya uymazdı. Aniden ortalık karardı ve şiddetli bir yağmur başladı. Şimşekler çakıyor, yıldırımlar düşüyordu. Kaplanlar sağa — sola kaçıştılar ama ot yiyen kaplan kaçmadı. Sırılsıklam oluncaya kadar bekledi. Yarım saat sonra yağmur dindi. Güneş açtı, ortalık aydınlandı. Ot yiyen kaplan gece yarısına kadar oralarda gezindi. Gelen giden olmadığını görünce beklemekten bıkıp uzaklaştı gitti. Orman işi buraya kadardı. O, şimdi hayvanat bahçesine dönmeye kararlıydı. Birkaç gün sonra sabaha karşı bakıcısı onu kafesin önünde beklerken buldu. Ot yiyen kaplan biraz sonra kafese girecek ve bakıcısı kapıyı üstüne kilitlerken, “ Kilit yeni değişti, bir daha kaçma numarasına kalkışamazsın, çünkü artık imkânsız “ demesine karşılık, içinden “ Yuvam burası, ben kafes kaplanıyım. Hem istesem de ormana gidemem. Bana göre değilmiş orası “ dedi. İki ay sonra kafesine dişi bir kaplan getirilince yüreği kıvançla doldu genç kaplanın. Eş oldular birbirlerine ve kaynaşıverdiler. Gün döndü, günler döndü, zaman geçti ve iki tane yavruları oldu. Neşelendi, mutlandı, huzur doldu yüreği ve genç kaplan artık kafesinde, demir parmaklıklar ardında sakin ve yavaş adımlarla gidip geliyordu. Ot yiyen kaplan günler birbiri ardına geçip gittikçe iki yavrusunun büyümesini gözlemlemeye başladı. Yavrularının gözleri açılsa, adım atsalar, onlar yürüseler, koşsalar, oyun oynasalar. Onların oyunlarına katılıp, birlikte gülüp, eğlenmeyi sabırsızlıkla bekliyordu. Kafesin bir köşesinde dişi kaplan yavrularıyla ilgilenirken, ot yiyen kaplan, karşı köşede onları izliyordu. Yavrular doğduktan sonra dişi kaplan, babaya, hiçbir şekilde onlara yaklaşma izni vermiyordu. Belki de, babalarının yavrularına bir zarar vereceği endişesini taşıyordu. Başkalarına zarar vermek düşüncesi anlamsız geliyor bana, diye düşünen ot yiyen kaplan neden yavrularına zarar versindi? Belki ki, bu durum dişi kaplanın yaptığı içgüdüsel bir hareketti. Doğuştan ona odaklanmış, kaçmasına, kurtulmasına olanak bulunmayan düşünsel bir türevdi. Bu düşünsel türevin eksen açmazından kurtulmak onun için çok zordu. Zorun üstüne gitmek, çok daha büyük zorluk girdaplarına kapılmana sebep olurdu. Zorun üstüne gitmek yerine, kolay olanı seçer ve içten gelen güdüye evet dersen, her şey çok daha basit olurdu. Ot yiyen kaplan aradan bir ay geçmesine karşın, yavrularını bir kez bile koklamadan karşıdan bakar dururdu. Bir aylıklar, iki aylık oldular derken, dişi kaplanın izin vermesiyle birlikte, ot yiyen kaplan, iki yavrusuyla güreşmeye, şakacıktan kavga etmeye başlamıştı. Bu güreşmeler, şakacıktan kavgalar yavru kaplanların kaslarının gelişimi için gerekliydi. Hayat, tuzaklarla, engellerle doluydu. Her zaman güçlü olmalıydın, gözü açık durmalıydın. Bir an bile gözünü kırpmaya kalkmak hatalanmana sebebiyet verirdi. Hata yapan affedilmezdi. Hemen çökertme girişimi başlardı. Yavrular üç yaşına girmişti ki, boyları annesinin boyuna ulaşmıştı. Kocaman dört kaplana kafes dar geliyordu. Bu durum hayvanat bahçesi müdürünün gözünden kaçmamıştı. Onlara geniş, etrafı tel örgülerle çevrili, üstü açık, içinde ağaçlar olan bir bölüm hazırlatmış ve kaplanları buraya nakletmişti. Tel örgülere elektrik verilmesine karşın, kaplanlarla arasında kırılmaz, kalın camdan yapılmış kapılar vardı. Tel örgülerden sonra demir kafes, ondan sonra da yine kırılmaz kalın camdan yapılmış kapılar bulunuyordu. İnsanlar, kaplanları işte buradan seyrederlerdi. Ot yiyen kaplan eşine ve yavrularına çok küçükken avcılar tarafından yakalanıp bu hayvanat bahçesine getirildiğini daha sonra büyüdüğünde bir fırsatını bulup buradan kaçtığını, Büyük Orman’a gittiğini defalarca anlatmıştı. Ot yiyen kaplanın eşi ise, kurnaz avcıların şaşırtan tuzağından sonra annesi yanından uzaklaşınca avcılara yakalanmıştı. Avcılar, bunları bir arada görünce anneyi uzaklaştırmak için, teyp yardımıyla erkek kaplan kükremesi bağırtmışlardı. Anne kaplan kükremeyi duyunca, “ Büyük erkek geldi “ deyip o tarafa doğru koşarak uzaklaşmıştı. Yalnız kalan yavruyu yakalamak avcılar için zor olmamıştı. Yavru o zamanlar annesinin yarısı kadardı ve annesinin canlı yakalayıp getirdiği geyik, karaca yavrusu ve birkaç tavşanı boğazlayıp yemişti yani öldürmeyi öğrenmişti. Günlerden bir gün, ot yiyen kaplan kendilerine ayrılan bölümün arka tarafında ağaçlar arasında geziniyordu. Aniden tel örgülerin yanındaki bir delikten çıkan köstebeği gördü. Köstebek, sağa sola biraz koşturduktan sonra ot yiyen kaplanı görünce geldiği delikten girip gözden kayboldu. Ot yiyen kaplan tel örgülerin yanına geldiğinde köstebeği diğer tarafta gördü. O anda ot yiyen kaplanın aklına şöyle bir fikir geldi: Yerdeki bu delik benim geçebileceğim kadar geniş olsa karşıya çıkabilirim. Fikrinden eşini ve yavrularını haberdar ettikten sonra pençeleriyle toprağı kazmaya başladı. Ot yiyen kaplan gece yarısından sonra karşı tarafa çıktı. Hemen seslenip eşinin ve yavrularının yanına gelmesini sağladı. Birlikte koşarak özgürlüğe ilk adımlarını attılar. Hedefleri, Büyük Orman’dı. Ot yiyen kaplan ve ailesi, dağlardan, tepelerden geçerek, günler sonra Büyük Orman’a vardı. Özgürlük güzeldi, bağımsızlık güzeldi. Kim kendinde nasıl bir hak buluyordu da, yavru kaplanı annesinden ayırıp, esaret altında, tek başına, demir parmaklıklar arkasına atıyordu. Pek çok karanlık gecede ot yiyen kaplanın ağladığını ve anne gel, beni bu hapishaneden kurtar. Bebek bir kaplanı, suçu yokken acılar içinde bırakan şu insanları cezalandır, diyerek gözyaşı döktüğünü insanlar bilemezdi. İnsanların hayvanat bahçesi dedikleri, esir edilmiş canlılarla dolu esaret bahçelerinin haklı nedeni olabilir mi? Daha sonraki günlerde ot yiyen kaplan ve ailesinin Büyük Orman’daki yaşamı sürüp gitti. Dişi kaplan bir taraftan yavrularına öldürmeyi öğretirken diğer taraftan avlanarak ailesinin et ihtiyacını karşılıyordu. Ot yiyen kaplan ise, gelişmeleri soğukkanlılıkla izliyor, olanlara kendince yorumlar yapıyor ama onların işine karışmıyordu. Ot yiyen kaplan bir defasında yavrularına, öldürmeyi öğrenmeyin, ot yiyin demişti. Bunun üzerine yavruları ne dese beğenirsiniz: Biz ot yemeyiz, et isteriz. Bir gün ot yiyen kaplan, eşi ve iki yavrusuyla ormanın derinliklerinde gezerken, ilerideki kayalıklardaki mağara dikkatini çekti. Yanılmıyorsa bu mağara onun dünyaya ilk gözlerini açtığı mağaraydı. Mağaraya girip etrafı gezdiğinde yanılmadığını anladı. Mağara, annesi kokuyordu. Ama annesi mağarada yoktu. Anladığına göre, annesi gece burada yatmış, sabahleyin avlanmaya gitmiş ve daha geri dönmemişti. Büyük bir ihtimalle akşamüstü geri dönerdi. Aradan birkaç saat geçmişti ki, bir kaplan kükremesi duyuldu. Ot yiyen kaplan ve ailesinin başları sesin geldiği tarafa doğru döndü. Bir kaplan yavaş adımlarla gelerek mağaranın önünde durdu. Havayı kokladı. Tanıdık, tanımadık birkaç kaplan kokusu aldı. Daha sonra olanca gücüyle bağırdı: “ Kimseniz çıkın gövdenizi görelim. Saklanmayın korkaklar. “ Ertesi gün ava çıkılmıştı. Anne kaplan bir geyiği kovalayarak yakalasın diye ot yiyen kaplanın üstüne sürdü. Geyik hızla koşarak ot yiyen kaplanın yanından geçip gitti. SON BU HİKAYENİN BULUNDUĞU KİTAPLAR: |
|
|
|
Kurşunkalem ![]() |
№: 272 Tarih: 2025-10-12 03:36 GMT
|
![]() Administrators ![]() Mesaj: 113 Ülke: Turkiye ![]() |
Serdar bey, Sitemize verdiğiniz katkılar ve değerli hikayelerinizi bizimle paylaştığınız için teşekkür ederiz. Enfes kaleminizi kutluyorum.
|
|
|
|